Öğretmenlik hayatımın ilk tayin yeri, Yozgat ili Akdağmadeni ilçesi Davulbaz köyü. Sene 1999. Güzel ve dolu dolu geçen bir üniversite öğrenimi sonrası hayaller ve gerçekler arasındaki perdenin kalkması ve karı eritip ihtiyacım olan suyu tedarik etmenin ilk tecrübesi…
Sınıfa ilk girdiğimde, 51 çift masum göz, bir sınıf içinde ve ağzımdan çıkacak her şeye pür dikkat. O zamana kadar sesimin tonunu kendimde hiç bu kadar ağır hissetmemiştim. Sınıf öğretmeni olarak başladığım gün, kendimi bir okulun tek öğretmeni olarak bulmuştum. 1. sınıftan 5. sınıfa kadar aynı anda, aynı sınıfta ders veren beşi bir yerde öğretmen, sabah okulu açıp sobayı yakan hizmetli, teneffüslerde okulun idari işlerine bakan idareci…
Bir mum gibi yanacak ve etrafımı etrafımı aydınlatmak için çaba sarf edecek ve bayrağın gölgesinde yeni umutlar yetiştirecek… Her başlangıç, zordur hayatta ve hayat; onurluca yürütülmesi gereken en zor görevdir. Meslek, hayatın (meslek demek de tam uygun gelmiyor bana göre; öğretmenlik bir yaşam tarzı, bir rol model, uçsuz bucaksız denizlerde bir deniz feneri, olumsuzluk yağmuruna açılmış bir şemsiye, kendini topluma adama, var oluş çabalaması…) ilk yılları insanlar için zor geçer, hele bir de tek başına isen, tutunacak bir dalın yok ise etrafta…
Davulbaz; köy muhtarlığına ait bir telefon, ilçe pazarına haftada bir giden köy minibüsü (erken kalkıp minibüsün kapısında bekleyeceksin ki yer bulasın) şükür ki çay, tuz ve şeker bulabileceğimiz Kazım’ın Bakkalı can simidiydi. Köyü değerli kılan sıcak, samimi, kapıları ve gönülleri açık dostane insanlardı. Rahmetli Halil Emmi’yi her ziyaretimde, aç olup olmadığımı sorar, ben de her zaman aç değilim desem de…
-Hoca senin aklın yetmez; Güllü Hatun, sen sofrayı hazırla, der; hemen bir sigara tutuştururdu elime… (Ruhları şad, mekanları Cennet olsun!)
Sabah ilk teneffüse kurulu saat uyanıp kapı önündeki çeşmede yüzünü yıkarken;
-Hoceyyy, kahvaltı hazır, teneffüste yetiş! diyen Hilmi Kılıç…
Geçtiğim her kapının önünde, içeriye davet eden; çay içelim, yemek yiyelim…. diyen, evleri tek odalı, kalpleri dört odalı, sohbetleri önemli, çayları demli insanları vardı.
Ferhat demiştik ya başlıkta… Ferhat Demir… Arka sıraların sessiz öğrencisi, köyün en uzak evinin en büyüğü, masum, ürkek, başı önde, saygılı ve suskun…
Soğuk ve karlı bir kış günüydü… Kar o kadar yağmıştı ki santim değil, yer yer metre ile ifade edilir vaziyete gelmişti. Kar çok yağıp telefon direklerine zarar verince iletişim tamamen kopardı. Okulların tatil olduğunu ya televizyondan ya da ek ders çizelgesi hazırlarken öğrenirdik. Sabah kalkıp buz tutmuş penceremi parmaklarımın sıcaklığı ile eritip dışarı baktığımda sadece beyaz örtü görünüyordu sonsuzluğu hatırlatırcasına. Yatmadan önce sobaya attığım kütüğün son kalıntıları hâlâ kovanın dibinde, gece karanlığında gözlerine ışık tutulmuş tavşan gibi parlıyordu. Bu iyi bir güne başlamanın işaretiydi, tekrar sobayı tutuşturmak için mücadele edip evde tütsü seansı yaşanmayacaktı.
Birkaç kuru dal ve bir parça dal ile tekrar harlanacak, demlenecek çay ve öğrencilerimin getirdiği köy somunu ve tereyağı ile güne hazır hale gelecektim. Kısık sesli açık televizyonun gürültüsüne kapıya minik ellerin vurması ile çıkan ses karıştı. Hemen kapıyı açtım ki karşımda 5. sınıflardan bir öğrenci ve yanında elleri titrek, dudakları morarmaya yüz tutmuş, vücudu zangır zangır titreyen küçük bir öğrenci: Ferhat. Okula gidiyorum diye çıktığı yolda, kar şiddetini arttırdıkça, bastığı bir yerdeki çukura saplanıp kalmış. Neyse ki elinden tutup getiren öğrencim denk gelmiş ve hemen bana getirmiş. O dönem, göreve başladığın yerde hazırlanması gereken ilk evrakların başında “Çevre İncelemesi” idi yani o bölgeyi, şartları ve ortamı tanımak için gerekli idi. Onun için bulunduğun ortamdaki risklere karşı kendini hazırlamak ve tüm tedbirleri önceden almak ve de donanımlı olmak önemli idi. Hemen donmaya karşı yapılması gereken ilkyardımı uygulayarak soğuktan büzüşen, etrafını süzerek içselleştirmeye çalışan o çekik gözleri yine eski halini alıp yanağında gamzeler belirince, sıcak bir çayı hak etmenin mutluluğunu hep birlikte yaşadık.
2004 yılında tayinim çıkıp köyden ayrıldığımda, bir yarımı orada bıraktığımı daha sonra anladım. Yaşanmışlıklar ne kadar yoğun ise bıraktığı izler de o kadar ağırdır ve kolay kolay çıkmaz benliklerden. Bazen haberler alırız eski öğrencilerimizden; umutlanırız, gururlanırız, seviniriz, üzülürüz….
Bizim Ferhat büyümüş asker olmuş, Türk Silahlı Kuvvetlerinin çakı gibi, yürekli, gözü pek, elleri kınalı bir personeli olmuş. Görevin kutsallığı, memleketin her bir köşesinde emre hazır olunduğu gibi güvenliği tehdit edebilecek iç ve dış her noktada var olabilmek ve bayrağın özgürce dalgalanmasını, gölgesinde insanların huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamasını idame ettirme düsturudur. Sınır dışı görev denilince gözünü kırpmadan iki adım öne çıkar Ferhat Çavuş. Henüz 3 aylık evlidir ve düğün izni olarak 5 gün kullanmış ve hemen birliğine geri dönmüştür. Sınır dışı görevinde 45 gün geri kalmıştır. Her gün telefonda hasretlik giderilir ve her telefon kapanışından önce helallik istenir.
20 Aralık 2016 Salı, El Bab. Yine gün ağarmakta, tüm aydınlığı ile karanlıkları silmekte. Ferhat Çavuş, eline telefonu alır, sesinin en güvenli haliyle eşiyle konuşup memlekete selamlarını gönderirken yine ekler son cümleyi “Hakkınızı helal edin!” Akşamüstü gizli görev ile El Bab’ın Akil Dağı’na operasyon düzenlenecektir. Sadece savaş teçhizatları alınacaktır. Sırtlarımda 30 kilo yük, ellerinde ağır silahlar, tüfek ve mühimmat… Operasyona katılan herkes, birbirine sarılıp helallik istedikten sonra hep bir ağızdan çıkan son cümleleri: “Vatan sağ olsun!” Akşamın yedisinde başlayan sızma, gece yarısına kadar devam eder.
Akil Dağı, El Bab’ın en hakim bölgesi, üzerinde hastane var. Akil Dağı’nın zirvesi patlayıcılar, mühimmat ve terörist doluymuş. Sızma fark edilince gecenin karanlığı mermilerden çıkan ateşlerle aydınlanır. Havanlar, katyuşalar, doçka ve zırhlı araçlardan top mermileri ile gece en acımasız türküsünü söylemeye başlar. Kulak sağır eden sesler içinde Akil Dağı alev topu. Toprağa düşen yağmur damlaları gibi mermiler, bombalar düşerken bir anda farları şeytanın gözlerini andıran bomba yüklü olduğu belli olan zırhlı bir araç belirir. Zırhlı araç, ateş yağmuruna tutulsa da durmak bilmez. Zırhlı araç, durdurulmazsa aralarına dalacak ve… Ferhat Çavuş, siperden hemen ortaya atlar, elindeki biksi makineli tüfeğiyle gecenin en anlamlı türküsünü söyler, boş kovanların yere düşen sesinde. Kınalı parmağı tetiğe yapışmış, yüreği devleşmiş ve Akil Dağı, “Allah Allah!” nidasıyla yankılanıyordu. Zırhlı araçla kafa kafaya gelmişti, yüzlerce yiğit ve bombalı araç arasında dev gibi bir Ferhat…
Hangi kelime ifade edebilir ki o sahnenin kahramanı Ferhat Çavuş’u… Vatan, bayrak, namus, Kur’an, sevda… Bunların hepsini hangi kelime karşılar bulamadım… Ama kelime yerine Ferhat, Ferhatlar, Yiğitler, Elleri Kınalı, Vatan Sevdalıları diyebiliyorum. Bombalı araçla arasında sadece metreler kalmıştı, aracın motor bölümünün aynı noktasına mermileri yağdırıyordu Ferhat ve gözlerinde bayrak bayrak geçiyordu sevdikleri… Mermisinin sonuna yaklaşıyordu ki araç Ferhat’ın azmine ve kararlılığına dayanamaz ve infilak eder, araç infilak ederken Ferhat, son mermisini yollamıştır gökyüzüne…
Akil Dağı, aracın infilak etmesiyle sarsılır, herkes bir tarafa savrulurken Ferhat dimdik bir şekilde meleklerin kanatlarında, gönderdiği son merminin peşinden havalanır. Gökyüzünden son kez arkadaşlarını selamlar… Gözlerinin birinde hilal, birinde yıldız bayrak olup dalgalanır semalarda. O gece Akil Dağı, 16 Elleri Kınalı Yiğidi aramızdan alıp Peygambere komşu eyler. Mekanları Cennet Ruhları Şad Olsun!
Bülent Albayrak, Ökkeş Karaca, Furkan Yavaş, Önder Pınar, Göktan Özüpek, Okan Altıparmak, Ömercan Yekebağcı, Burak Boz, Ali Yılmaz, Oktay Durak, Akın Acar, Hasan Kavuz, Mehmet Kökkaya, Osman Çelik, Ali Sezai Yalçın ve Ferhat Demir…
Vatan sizlere minnettardır Yiğitler!