1997 yılında üniversiteyi bitirmiş ve mezun olduğum lisede (Selim Lisesi) aynı yıl Türk dili ve edebiyatı öğretmeni olarak göreve başlamıştım. Yorucu ve sefaletle geçen bir eğitim-öğretim sürecinden sonra öğretmen olmak, hem de mezun olduğum lisede görev almak ne kadar da gurur vericiydi. Görev yaptığım ilçeyle köyüm arasındaki mesafe 10 kilometreydi. Sabahları köyün dolmuşuyla ilçeye gider, akşam 16.00 civarında köye dönerdim. Her defasında annem beni uğurlar ve dönüş yolumda beni beklerdi. Annemin bakışlarında haklı bir gurur olurdu çoğu zaman. Kimi zamansa yağmur yüklü bulutlar, annemin bakışlarında konaklardı. Bakışlarındaki gurur ve mutluluk gözümden kaçmazdı. Hele maaş günü geldi mi evde bayram havası yaşanırdı.
O yörede yetişen ve o yörenin zor şartlarını bilen bir öğretmen olarak ilk günden kolları sıvamış, işe koyulmuştum. Öğrencilerimi sınavlara ve hayata hazırlamak için geç saatlere kadar ders çalışıyordum. Görev bilincim ve alanımdaki çalışmalarım kısa sürede okul idaresinin, öğrencilerimin ve velilerin dikkatini çekmişti. Derslerde öğrencilerime şiirler okuyor, onlarla ders dışında bire bir görüşüyordum. Onların da bu zor şartlarda okumaktan başka çarelerinin olmadığını iyi biliyordum. Kimi zaman onlarda kendimi görürdüm. Öğle saatleri oldu mu, köyden gelen çocukların köyden getirdiklerini, yiyecekleri kuytu bir yerler aramaları içime dokunurdu. Ben de öyle değil miydim? Yarım ekmek arası helvayı okulun az ilerisindeki çayırlık alanda yemek için adeta ilçe merkezinde oturan arkadaşlarla köşe kapmaca oynardık. Şimdilerde buruk bir tebessüm ettiğim o sahne, hafta içi her gün yaşanırdı. Sefaletimizi hiçbir öğretmenimiz ve hiçbir arkadaşımız görmemeliydi.
Ne olduğunu anlayamadan okulumdaki üçüncü yılımı bitirmiştim. Kars merkeze yerleşmeyi düşünüyordum. Tayinim Kars Halit Paşa İlköğretim Okuluna çıkmıştı. Heybeme bir yığın unutulmayacak anı biriktirerek işte bu okuldan ayrılıyordum. İlişiğimi kesmiş, okul idaresiyle ve arkadaşlarımla vedalaşmıştım. Garip duygular içerisindeydim, dokunsalar ağlayacaktım. Bunda belki de balık burcu olmamın etkisi de vardı. Bu duygularla öğretmenler odasından çıktım. Başımı kaldırdığımda garip bir tabloyla karşılaşmıştım: İki katlı okulumuzun ahşap korkuluklu merdivenlerinden okulun çıkışına kadar bir öğrenci seli beni bekliyordu. Erkekler ağlamaz, diyenlere inat hüngür hüngür ağlayarak ve tüm öğrencilerime tek tek sarılarak onların hüzünlü bakışları arasında okuldan ayrılmıştım. Her adımda onlardan biraz daha uzaklaşsam da bu okulda kaldığım süre içerisinde onların hayatlarına dokunduğumu ve onlarda silinmez izler bıraktığımı iyi biliyordum. Okulun bahçe kapısını kapatmak için döndüğümde, aşağıda beni uğurlayan öğrencilerime ve üst katta bulunan öğretmenler odasından bana el sallayan öğretmen arkadaşlarıma son kez el salladım. Hıçkırıklarım, gırtlağımda bir demir yığınına dönüşmüş, bedenimi bir hareketsizlik esir almıştı. Sonunda hüzün, gözyaşı ve gurur olan bir filmin son sahnesini çekiyorduk sanki.
Halit Paşa İlköğretim Okulundaki görevime başlamıştım. Artık üç yıllık deneyimi olan bir öğretmendim. Bu okulda garip bir olay yaşayacağımı düşünmemiştim. Halit Paşa’da ikinci yılımdı ve bahçe nöbetçisiydim. 8. sınıf öğrencilerinden Tekin ile bahçede karşılaştık. 8. sınıfta olmasına rağmen iri yapılı bir öğrenciydi. O gün sakallarını kesmemişti.
– Tekin, ne bu hal?
– Ne olmuş ki hoca?
– Ne olduğunu sen bilmiyor musun?
Bakışları ve bu lakayt tavrı sinirlerime dokunsa da sakinliğimi korumaya çalışıyordum. Birazdan onların sınıfa derse geleceğimi ve onu bu şekilde derse alamayacağımı söylediğimde daha sinir edici bir cevapla karşılaştım: Hele derse gelin de o zaman görüşürüz. Nihayet ders zili çalmıştı. 8/A sınıfı loş koridorun az ilerisinden sağa sapınca kuytu bir yerdeydi. Yaşadığım travmayı sınıfın dışında bırakıp içeri girmeyi düşünmüştüm. Sınıf kapısından içeri girdim; ama sınıf kapısını açık bıraktım. Tekin, arka sırada oturuyordu. Beni ayakta karşılayan öğrencileri selamlayıp elimdeki dosyayı masanın üzerine bıraktım ve Tekin’e dönüp: Seni bu halde derse alamayacağımı sana söylemiştim. Neden hâlâ buradasın? Çabuk, dışarı çık!
Tekin, kararlılığımı anlamamıştı. Birkaç kez sert bir ses tonuyla dışarı çıkmasını söylediğimde arka sıradan kalktı, yüzünde teneffüsteki lakayt ifade vardı. Sınıfın garip bakışları arasında ilerlerken kapıya doğru yöneleceğini umuyordum. Bana doğru yaklaştı ve şuursuz bir ruh haliyle birden ceketimin yakalarını avuçlarına aldı. Öfkesi, hırsı, anlayamadığım kini, bakışlarına ve soluk alış verişine aksetmişti. Gözü dönmüş bir aslanın bir ceylan yavrusunu soluksuz bırakmaya çalışması gibi Tekin, olanca kuvvetiyle iki yakama asılmıştı. Bir boşluktaydım, adım atsam binlerce katlı bir binanın en üst katından yere çakılacak gibiydim. Tekin’in homurtuları arasından öğrencilerden çığlık atanların olduğunu duyabiliyordum. Formasyon eğitiminde öğrendiklerimin hangisini uygulamalıydım?
Öğrencilerin gözleri önünde itibarım zedelenecekti. Kendimi bir kurtarabilsem ya da Tekin’i biraz sakinleştirebilsem daha sağlıklı düşünecektim. Masamın üzerindeki söğüt dalına gözüm ilişti. Aklımda garip düşünceler, kurtuluşa yönelik garip planlar… Yok, yok bu hiç doğru bir seçim olmazdı. Tekin’in mengeneyi andıran parmaklarından kurtulmam mümkün değildi. Öğrenciler de donup kalmıştı adeta. Kimse yerinden kıpırdamıyor. Bu müsabakanın ya da hesaplaşmanın galibinin kim olacağını merak ediyorlardı sanki. Nefes alıp vermekte zorlanmaya başlamıştım. Tekin’i sınıfın dışına itmeye karar verdim ve bu kararı hemen uygulamaya koyuldum. Gel gör ki Tekin yerinden kıpırdamıyor. Bu sefer de kendimi sınıfın dışına çıkarmayı ve onu da kendimle sürüklemeyi denedim. Galiba başarıyordum. Zorlu birkaç adımdan sonra işte sınıfın dışındaydık.
Sınıfın kapısını örttüm. Şimdi kozlarımızı paylaşmanın zamanı diye içimden geçirdim; ama bunun doğru bir karar olmayacağı kanaatine vardım. Tek çare Tekin’i sakinleştirmekti. Şoku atlatmış, daha düzgün cümleler kurmaya başlamıştım. Bakışlarım Tekin’in bakışlarına demirlenmişti. Yaptığının doğru bir davranış olmadığını, sakin sakin konuşursak daha iyi anlaşabileceğimizi anlatmaya çabalıyordum. Tekin’in gergin kasları birden yumuşamaya, çatılan kaşları normale dönmeye başlamıştı. Koca bir kasırgayı andıran şuursuz ruh hali, yerini bir dinginliğe bıraktı. Temiz havada biraz dolaşıp orada konuşma teklifime hayır demedi.
Bahçeye çıkmıştık. Az önce gırtlak gırtlağa olduğumuzu unutarak konuşmaya başlamıştık. Utana sıkıla, bakışlarını bakışlarımdan kaçırarak; ama soluksuz anlatmaya devam ediyordu. Anne ve babası ayrılmanın arifesindeymiş. Evlerinde aylardır huzur yokmuş ve evdeki tartışmalardan dolayı da günlerdir uykusuzmuş. Kendime esef ediyordum. Nasıl olur da bir öğrencimin böyle bir çıkmazda olduğunu fark edemem, diye kendime kızıyordum. O günden sonra Tekin’in hem öğretmeni hem sırdaşı hem de terapisti olmuştum. Öğle araları bir araya geliyor, uzun uzun konuşuyor ve onu ödevlendiriyordum. Tekin, sınavı kazanıp iyi bir lisede eğitim görmeliydi. Babasının yokluğunu kardeşlerine hissettirmemeli ve okuyup onları kanatlarının altına almalıydı. Bu yavru kartal, aylar sonra Kars Fen Lisesini kazandığında sırtımdan koca bir yük kalkmıştı. Üstelik bu haberi ilk ben öğreniyordum. Sınav sonucunu öğrenen Tekin, soluğu yanımda almış, ilk müjdeyi bana vermişti. Talihsiz bir olayla yolumuz kesişen öğrencime sıkı sıkıya sarılmış, onu tebrik etmiştim.
Hiç geçmez dediğim günler bir çırpıda bitmişti. Eteklerinde güneş rengi yapraklar bıraktığım meslek hayatımın son basamaklarındayım. 22 yılı geride bırakmanın, haklı gururunu yaşıyordum. Bu sürede birçok dergide yazılarım çıkmış, birçok ödül almıştım. Üstelik bir ara da yılın en iyi öğretmeni seçilmiş, ödülümü almak için Ankara’ya gitmiştim. Başkent Öğretmenevi’ndeki odamda günün yorgunluğunu atmaya çalışıyordum. Saat 24.00 gibi böbreklerimde bir karıncalanma hissettim. Yok, olamaz. En azından şimdi olmamalı.
Böbreklerimde taş vardı ve her yıl muhtelif zamanlarda acillerde sabahladığım oluyordu. Sancım iyice artmıştı. Bu sancının ve bu gecenin nerede son bulacağını iyi bildiğimden resepsiyonu arayıp bir ambulans istemelerini rica ettim. Nefesim kesiliyordu. Midem bulanıyor, kasıklarımdaki sancı, tüm bedenimi bir kasıp bir bırakıyordu. Beni iki büklüm halde ambulansa koydular. Artık arkadaş olduğum bu sancı her zamankinden şiddetliydi. Kusmamak için kendimi zor tutuyor, rahatlayacak pozisyonlar deniyordum. Yolda geçen süreyi tam hatırlamıyorum. Filmin o bölümü sanki kesilmişti.
Gözümü bir hastane odasında açtım. İlaç kokuları genzimi yakıyordu. İçerisi çok kalabalıktı. Beyaz önlüklü bir yığın insan arasında belki de tanıdık bir yüz arıyordum. Bulanık bir hayal deryası içerisinde tanıdık bir yüz, bana yaklaştı. “Hocam!” Gözlerimi iyice kıstım. Bu yüzde bir merhamet aramaya, yaşadıklarımın gerçek mi hayal mi olduğunu anlamaya çalıştım. Birden yıllar öncesine gittim. “Tekin!” “Evet, Hocam Tekin ya!” O gün, Ankara Numune Hastanesi’nde sabahladım. Yediğim serumlardan sonra sancım geçmiş, ağrılarım dinmişti. Yalnız ürkek bakışlarım hastanenin ince koridorlarında Tekin’i arıyordu. Dün gece gördüğüm tanıdık yüz gerçekten Tekin’e mi aitti, yoksa bir sancı nöbeti sırasında zihnimin derinliklerindeki bir hayal mi misafirim olmuştu? Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında bunu çözmeye çalışıyordum.