Bilinmeyene Nidâ
Ne kadar sustum anlayabilmek için. Ona ithaf etmek istiyordum kelimelerimi. Saklıyor ve bir nevi saklanıyordum sır gibi. Öyle ya, bütün ve en güzel şekliyle çıkacaktım kocaman bir mananın karşısına, eksik olmamalıydım.
Günlerce yol aldım, mavinin laciverte döndüğünü gördüm defalarca. Güneşe ve rüzgâra şahitlik ettim. Bir gülümsemeyi gördüm; hatta yolcunun vakurluğunu taşıyordu.
Çabaladım böylece; fakat bir gün durdum ve ağladım. Çünkü fark ettim ki, yürüdükçe eksiliyordu cümlelerim, bir kum saati misali. Bu da yetmezmiş gibi elime bir avuç soru işareti bırakmıştı karşılaştıklarım. İzlemek sorgulamaya bırakıyordu kendini ve bir ses, bir cevap bekliyordum. Yankılanıyordu adımlarımın sesi kulağımda. Ne yapacağımı bilemez bir halde devam ediyordum. Bir dua gibi… Yürüyor, yürüyor ve yürüyordum.
Lâl
Koyu bir gecede rüzgâr, dere tepe dağ taş geziyordu. Karanlığa bir gülücük atıyordu dolunay. Yakamoz selamlıyordu onu büyük bir vakarla. Yakamozun en az kendisi kadar ince ve narin bir pelikan gizlenmişti sazlıkların ardına. Zarifliği ve kırılganlığı bakan herkesin görüp anlayabileceği türdendi.
Bir de deniz vardı orada, hüzne ve yumuşaklığa şahit olan. Gördüm demek istiyordu, bildim. Ama bilinmedim. Bilinmemeyi kim arzulardı ki? Garip olan bunu talep etmesiydi işte. Gelip geçici olandan gelip geçebilmeyi gaye edinmişti. Göz önünde; fakat sır vermeyen bir halde, sessizce dalgalanacaktı, mat kalıp, küçük bir ayrıntı olacaktı sadece.
Kanatlarını neredeyse gri bulutlara değecekmiş gibi açan diğer bir pelikanı da unutmamak lazımdı. Işığı mı engellemek istiyordu ya da coşkundu yalnızca? Gidiyor muydu yoksa? Olduğu gibisi değildi belki de. Peki olan neydi? Hep dillendiremez, manasını anlayamazdık her şeyin. Görünenle yetinirsek aldanabilirdik. Bir resimle muhataptık, bir nebze yorumlayabilirdik ancak. Resim olmayı tercih etseydik biz de. Nasıl? Önemi var mı? Çaba yeterdi. Zifiriye…