loader image

Zuladaki Sevgili

İki palmiye arasında, mavi bir bankta kül rengi bulutların ve apak umutların denizdeki rengini seyreden genç eril âşık, gözlerini yumup, mazinin o en güzel demlerini hayalinin derinliklerinde yeniden yaşamak için kendinde büyük bir şevk ve heyecan buldu. Bu kutsi heyecanın kendi öz ruhuna şifa olabilecek vakti ile sevgilisine dillendirmiş olduğu yüksek aşk kürsüsündeki o ulvi sözlerini dolaştırdı zihninin en mahrem kıyısında:
“Eğer ki büyük bir aşkın kıyısında isek yer yer tufanlar çıkıp bizi etkin bir savruluşa sürükleyebilir. Âşıkların kalbi acı ile sınanır çünkü. ‘Ya Rab bana cism ü can gerekmez / Canan yoğ ise cihan gerekmez.’ diyen Mecnun, Leyla’nın kabrinde büyük bir hicran bedeli ödemiştir. Gerçek âşıklar, şehitler gibidirler sevgilim, onlar hep diridirler; çünkü vuslat için hiçbir korku ve kaygıları yoktur. Biz gerçek aşka doğru yol alırken ondan hâsıl olan dikenlerin acısına bile gülümseyebilme olgunluğuna erişeceğiz. Aksi halde aşk baki kalmaz paslı yüreklerimizde.”
Birden içi titredi ve gözlerini korku ile açtığında son cümleyi denizin üstünde devasa bir levhayı okuyormuşçasına sessizce ve dehşetli bir endişe ile yineledi: “Aksi halde aşk baki kalmaz paslı yüreklerimizde.” Demek ki aşk için pas tutmayan bir yürek gerek evvela, diye düşündü. Aşk hangi yürekte baki kalmayı murat ederse orasını en işlek bir maden ocağına dönüştürürdü ne de olsa. O zaman bu korku ve kaygı nedendi, bu derin ürperişi körükleyen asıl mesele ne idi? Ruhunun en gizli koridorlarına en karanlık sözlerle gidebilmeyi göze alamayacak kadar zayıf hissetti kendini genç eril âşık. Gerçek aşka doğru yol alırken ondan hâsıl olan dikenlerin acısına bile gülümseyebilme olgunluğuna erişeceğine dair bir sözü vardı sevgiliye ve onu hatırda dipdiri tutmak için zayıf hislerini kuvvetli bir aşk ile bastırmak gerektiğini düşündü bir an.
Ne de çok şey düşünmek için beynini yoruyordu, oysaki az önce gözlerini yumarak derin bir hayalin yumuşak kucağında düşünerek değil, hissederek mutluluğa kanatlanmaya çaba sarf ediyordu. Hayaldeki aşk, fikirdeki aşktan daha az zarar veriyordu ona. O halde en iyisi kurşuni bir göğün izbesinde hafif dalgalı denizin fısıltısını hissede hissede yeniden gözleri yumup hayalin en ince yolunda aheste aheste yürümeye başlamaktı. Ense kökünde bir karıncalanma başlıyordu ve bu uyuşma hali hiç de hayra alamet bir şey değildi. Yoksa aşk tefekkür ile örselenen tahayyül ile yükselen bir büyük şifa iksiri miydi? Beyninden şimşek hızıyla gelip geçen tüm bunları bir kenara bırakarak yeniden gözlerini yumdu genç eril âşık.
Gözlerini yumdu ve sevgili için ilk aşk temennisini ilk buse sıcaklığında yüreğinin tam merkezine yerleştirdi: “Tüm ruhumla vefa ağacının gölgesinde yalnızca benim olmanı ve benimle olmanı isterdim”. Yağmur altında sırılsıklam olup çay karası gözlerle süzgün süzgün bakan sevgilisi için bundan daha derin hangi söz, temenni ve dua olabilirdi acaba? Vefa ağacı aşkın ağacı idi ve kökü toprağın derininde, dalları ebediyyette olan bu kutsal ağacın mahiyeti yalnızca âşıkların kalbinde idi.
Eril âşık, âşıkların kalbindeki bu kutsal ağacın dallarında ne de mutluydu şimdi. Hiç bir gerçek hayalden daha üstün olma kabiliyetinde değildi, bunu en iyi âşıklar bilebilirdi kuşkusuz. Vefa ağacının hayali onun solgun yüzünü gülümsetmek içindi sanki. Kökünden koparılmış ve en sert rüzgârlarla bir uçtan diğer uca sürüklenmiş ağaçların hali vefadan yoksun aşkların ve âşıkların haline ne kadar da çok benziyordu. Demek ki eril âşık aşkın sırrına en çok yaklaşanlardandı; çünkü o sevgilisi için ilk temennisini vefa ağacı ile süsledi. Aşkın mukadderatını iyi bildiği için “Yalnızca benim olmanı ve benimle olmanı isterdim.” demişti.
Âşığın kalbini puthane kılan aşka Tanrı’nın ebediyyet vizesi yoktur. O halde bana gerçek aşkı yaşatması için yalvardıklarım boşuna mıydı? Derin bir hayalin eşiğinde kalbini burkulmuş hissetti bu kez. Tanrı, kendinden başkasına yâr kılmayacak mıydı onu ki, sevdiceği ile arasındaki mesafeleri artırmaktaydı habire. Rab, onları aynı iklimde yeşertti de yıllarca birbirlerinden habersiz aynı tepelere yağmur olup yağdılar sonra bir olup gökkuşağının altında yediveren güllerle gülümsediler aşka.
Gül yürekli sevgilisine yaklaştıkça aşkın özünden bir şeylerin yitip gittiğini, kendine bile itiraf edemediğini, kendine itiraf etmeliydi her şeyden önce. Çünkü vefa ağacının gölgesinde aşktan başka mülkiyet arzusunu da iliştirmişti kalbine şirin sevgilisi. Kayıtlı ve şartlı sevgilerin adı aşk olamazdı ve kayıtsız ve şartsız ancak Tanrı sevilebilirdi, ancak bu sevginin karşılığı alınabilirdi, bu yüzden vefa ağacının gölgesinde hep yapayalnız hissetti kendini eril genç âşık. Ve ilk temennisini son durağın hayaline kapılarak köklü kılabildi ve ilk temennisi ile her şeyi hülasa edebilmeyi başardı.
Aşkı anlamak, tanımak ve yaşamak ne kadar da zordu. Yüreği aşkla yücelen hicranla burkulan eril âşık, Mevlana’dan bir sır devşirerek rahatlamak istedi: Demişti ki büyük Üstad: “Sevmenin tabakaları; muhabbet, aşk ve dert olmak üzere üç derecedir. Muhabbet odur ki mahbubunu görünce memnundur; görmezse kaydında değildir. Aşk odur ki mahbubunu görürse memnundur, görmezse mahzundur. Dert odur ki mahbubunu görürse de mahzundur görmezse de.”
Gül yüzlü sevgilisini gördüğünde ne kadar memnun olduğunu düşündü ve bu düşünce ile yüzü aydınlandı, tatlı bir tebessüm yayıldı yanaklarından kalbine. Gerçi sevgilisini gördüğünde bazen içini bir hüzün kaplasa da bu çok uzun sürmezdi. Demek ki aşk, kendisini mutlak derde terfi ettirmemişti o zamanlar. Aşk ile derdi neden ayrı tuttu ki Üstad-ı Azam diye düşündü. Aşk ehli olan dert ehli olan değil miydi aynı zamanda. Aşktan büyük dert mi vardı ki cihanda? O öyle bir dert idi ki yürekte, sevgilinin sevme derecesi bile yoklanırdı sık aralıklarla bu dertten sızlana sızlana.
Bir gün onu ne kadar çok sevdiğinden bahseden biricik gülüne şunları söylediğini hatırladı: “Sevseydin adımı sayıklar yataklara düşerdin, oluk oluk yaşlar düşerdi de gözlerinden onları inci kılıp okyanuslara bırakırdın, ben de o incilerin sedefini arardım okyanusun dibinde. Sevseydin gözlerin yalnızca benim için ışıl ışıl olurdu. Ve sevseydin acıya yüz sürerdin acıdan kaçmazdın fellik fellik.”
İnsanın ruhunu kabzeden dert aşktan değil nefisten beslenir. Bu ince fikir ile eril âşık, sevda yollarında upuzun mesafeler kat etti, kendi bile farkında değildi yükseldiği mertebelerin, almış olduğu büyük rütbelerin. Ve o sevdiklerini vefa ağacının gölgesinde sınamaktan geri durmadı. Onun derdi sevgiliyi kazanmak değil, aşka inanmak ve Hakk’a dayanmak olduğu için sevgisini yüreğinin en öz sermayesi bildi ve yüreğini yalnızca aşkı hak edenlere teslim etti.
İki palmiye arasında, mavi bir bankta kül rengi bulutların ve apak umutların denizdeki rengini seyreden genç eril âşık, gözlerini yavaş yavaş açmaya ve derin bir hayalin cennet havzından uyanmaya başladı. Gerçek sevgili ile zuladaki sevgilileri düşündü. Gerçek aşkı biricik sevgiliden öğrendiği için kendini mutlu hissetti. Zuladaki sevgililerini ise gerçek aşkı tüketen faniliğin solgun çiçekleri olarak niteledi ve Kutlu Ebediyyet yolunda ölümsüzlük iksiri diledi Tanrı’dan. Ayağa kalktı cepkenindeki son çakıl taşını umarsızca denize fırlattı ve yürüdü kendi yalnızlığına, yüreğinin karanlığına, aşkın ışıltısından.