Omuzları alabildiğine düşmüş, taşıdığı yüklerden elleri sanki dizine değecek kadar uzamış, kolundaki çantayı tutacak mecali bile kalmamıştı. Ayakkabısının topuklu olmasına bir kez daha lanet ederek:
-Neden bankacıların düz ayakkabı giymesi yasak sanki? diye söylendi. Aslında her gün aynı lakırdıları ettiğinin farkındaydı. Kızdı kendine yine. Herhalde Nemrut suratlı banka müdürüne söyleyemezdi bu fikrini. Hemen gözünün önüne geldi idealist banka müdiresi, odasında yenice içtiği kahvenin ağzında bıraktığı ağır kokuyla:
-İş mi yok başka? Topuklu ayakkabı giyemeyecek ve bu tempoya dayanamayacak olan hiç başlamasın bu işe zaten. Dediğini duyar gibi oldu. Bankacı olmak baştan aşağı bir disiplin, düzen ve dikkat işiydi çünkü. Her türlü zorluğa katlanmalıydı bankacılar. Eğer iyi bir bankacıysa, her yıl gereken müşteri sayısını tutturmalı, yeterince kredi çektirmeli, hedefteki kredi kartı miktarını geçmeliydi. Hedefler hedefler… Başka hiçbir gündem maddesi olmayan bir işti onunki. Eğer uyarıları ve hedefleri dikkate almazsa, geçen sene başlayan performans kaybından dolayı her an işine son verilebilir ve kibarca:
– Bir sonraki dönem sizinle çalışmak istemiyoruz; çünkü lanet olası hedefleri tutturamadınız! Diyebilirlerdi. Lanet olası deyince, Amerikan filmleri geldi aklına, güldü kendi sözüne. Oysa hedefi bu değildi genç kadının. Hedefi, sadece kendi yağında kavrulan, gözü çok yükseklerde olmayan, kariyer ve çocuk sahibi biri olmaktı. Bunları düşündüğü esnada, her nasılsa sokakta yürüdüğü halde, kendini tepeden kuşbakışı gördü bir an. Sanki ruhu iş güç koşuşturması sırasında bedenini terk etmişti. Hedef neydi, tutturabilmiş miydi? Kuşbakışı görüntüsü bir anda dron denen uçan kameraların aniden aşağıya doğru hızla gelerek, çekim yaptığı objeye odaklanması gibi kadına odaklandı. Tam tepesinde süzdü süzdü… Görünmeyen bir kuvvet sarsarak:
– Nerede hedeflerin? diye bağırmaya başladı. Başarı dersen, vasatın altında! dedi kendi kendine. Gayet alçakgönüllü buldu kendini bunu söylerken. Alçakgönüllülüğünden dolayı kendi tebrik edip elini sıkmayı ihmal etmedi. Çocuk, dedi. Boğazı düğümlendi. Çocuğu vardı olmasına. Ama… ama acaba o çocuğuna sahip miydi? Yoksa hızla geçen zamana köle olduğu kadar, şehrin sokaklarında yürüdüğü ve koşuşturduğu kadar, başka bir şekilde söylemek gerekirse, şu yollara ana olduğu kadar ana olabilmiş miydi çocuğuna. Zar zor aldığı süt izinleriyle ancak altıncı aya kadar emzirebildi çocuğunu. Hedef tutturmak için daha üç ay bile dolmadan ağlayarak bıraktı onu komşu teyzeye. İlk bıraktığı gün, dün gibi aklındaydı. Daha hamileyken içine düşen “Kim bakacak?” sancısı, komşu teyzeyi bulana dek sürmüştü. Bıraktığı gün, merdivenlerden geç kaldım, bahanesiyle koşa koşa aşağı inerken, gözyaşları ondan daha önce inmişti zemin kata. Allah’tan yazdı ve güneş gözlüğüyle kapatabildi ağlamaktan şişen gözlerini.
İlk iş günü süt izni koparma hayalleriyle geçti. Ama koparamadı izni. Tam izin alacaktı ki, gelen giden müşteriler tuzu biberi oldu izninin. Güya, günde bir buçuk saat süt izni olacaktı ve erkenden kavuşacaktı kuzusuna. İlk kez ayrıldığına mı yansın kuzusundan, göğsüne saplanan sancılara mı ağlasın, bilemedi. Akşam olduğunda sütü zaten çekilmeye başlamıştı üzüntüden ve stresten. Komşu teyzeden alıp eve vardığında, kavuştuğu kuzusuyla birbirlerine yapışması, merada otlayan koyunlarla kuzuların kavuşmasını andırıyordu. Gün boyunca annesini bekleyen kuzusu, beklemekten yorulmuş ve henüz başlamışken annesinin sütüne, doyamadan uyuyakalmıştı. Uyuyan yavrusunu yatağına koyarken çantasını bile çıkarmadan oturduğunu fark etti.
Komşu teyze çok iyiydi. Kendi çocuğundan ayırmıyordu onun çocuklarını. Hep böyle olsun diye geçirirdi içinden. Ama bir gün fazlası oldu. İş yorgunluğuyla eve dönerken daha yeni konuşmaya ve ağzının balı gelmeye başlayan kuzusunu görmek için can atıp asansörü beklemeden her zamanki gibi bir solukta komşu teyzenin olduğu ikinci kata çıktı. Kapıyı tıklattı belki kuzusu uyuyordur diye. Kapı açıldığında, göz hizasında kimse olmayınca aşağı doğru kaydırdı bakışlarını. O da ne? Kuzusu açmıştı ilk kez kapıyı. Allah’ım bu ne heyecan… Sevinçten içi içine sığmadı ve açtı kollarını. İşte o an çalışan kadın olmanın ağırlığını bir kez daha hissetti omuzlarında. Bir değil bin ton bindi omuzlarına, yüreğine… Yutkunamadı bir türlü. Kuzusu ona:
-Dit benim annem Selma Teyze! demişti.
Selma Teyze durumu fark eder etmez:
-Ayferciğim, bakma sen ona çocuk o, bugün öyle der yarın beni de beğenmez seni ister, değil mi Alperen? Hadi sarıl anneye, hoş geldin de!
Ayfer’in yüreğinden bir şeyler koptu. İlk göz ağrısı ona bunu nasıl yapmıştı? Akşam evde eşiyle paylaşmak istedi hüznünü. Ama çoğu erkekte olan düz mantıkla bakıldı meseleye ve Ayfer suçlu oldu yine her zamanki gibi. Çocuğun yaptığına bakılır mıydı hiç, çocuktu bu neticede. Ne bekliyordu ki Ayfer. Rahat yaşamak için katlandıklarını o da anlayacaktı büyüyünce. Annesi çalışmasa kendi evlerinde oturamazlardı, bu kadar oyuncağı olmazdı mesela. Daha iyi okullarda okuyamaz, daha markalı şeyler giyemez, AVM’lerde gezemezdi. Büyüyünce anlayacaktı tüm bunların kıymetini(!)
Komşu teyzede kazasız belasız atlatılan üç koca yıldan sonra başladı kreş telaşı. Kucağında karda, kışta kreşe götürdüğü günler geldi aklına. Sıcak yatağından kaldırıp ona daha iyi gelecek vermek için(!) küçücükken sıcaklığından ayırdığı, o hatırlamak istemediği üzerine beton döküp derinlere gömmek istediği günler geldi. Gelmek ne kelime… Hiç çıkmıyordu ki aklından. Sokakların dili olsa da konuşsaydı keşke. Deseydi ki sen çok fedakarlık ettin, bak ne güzel imkanlar sundun çocuğuna ve bu yüzden çalıştın aslında. Sabahları yol boyu bazısı henüz açılmamış dükkanların adını ezberleye ezberleye, akşam evde yapacaklarını sıralaya sıralaya etrafına bakıp hiçbir şeyi görmeden yürümekti şehirde çalışan anne olmak. Her parkın önünden geçerken çocukları ile oynayan anneleri gördükçe derin bir ah çekip, her çekişinde zehir içmiş gibi yaralanmaktı çalışan anne olmak. Ama eli para tutmasın mıydı, o kadar okudu ya boşa mı gitsindi, elin adamının eline mi baskındı? “di” ve “dı”ları düşüne düşüne geçti yine akşam. Üç vesaitle varabildiği işten, daha fazla kalabalık, sanki düne göre daha istif olmuş insanlarla dolu bir otobüsle, daha uzun bir yolda, çok ama çok daha yorgun ve bitik gidiyordu. MFÖ’nün şarkısı geldi aklına; erken kalkmak mecburen, işe gitmek mecburen, eve dönmek mecburen mecburiyetten…
Cama yasladığı başını hafifçe çekince göz göze geldi kendiyle. Camdaki yansımasına seslenip:
-Dışarıyı izlemek istiyorum, çık âlemle aramdan dedi sessizce. Camdaki kendi, ısrarla dik dik gözlerinin içine baktı. Genç kadın da baktı aynen onun gibi dimdik. Sonra camdaki kendi yansıması, acır bir bakış fırlattı gözlerinin tam içine. Yüzüne hem de tam orta yerine tokat yemiş gibi sarsıldı, kendine geldi, bitmez olası yolculuk bitmek üzere ve nasıl ineceğini tam kestiremediği istif halindeki insanların arasından, belki de hiçbir kimseyle olmadığı kadar samimi pozisyonlarda, can sıkıcı bir şekilde, kapıya doğru ilerlemeyi başardı ve otobüsün son merdivenine bile inme gereği duymadan, aşağıya son anda attı kendini. Hızı pek de iyi olmamıştı, nerden geldiğini kestiremediği çat sesiyle irkildi. Hemen aklına yılbaşı yoğunluğu geldi ve rapor alamayacağını bildiği için korkarak ayağına baktı yavaşça. Derin bir ohh çekti ayakkabısının tabanından kırılıp ayrılan topuğu görünce. Ayağındaki acıyı bile görmezden geldi, en azından kırılan ayağı değildi çünkü.
Temposunu hiç bozmadı Ayfer, ev durağa mesafeliydi çünkü. Bozamazdı temposunu yoksa yokuşun tepesinde olan evine vaktinde varamaz, servise yetişemezdi. Saat geç olmasına rağmen kreşte kalan Alperen’i düşündü. Amaaaan niye takıyordu ki? Alperen gayet mutluydu kreşte. Gül gibi bakıyorlardı Alperen’e. Her türlü oyun ve oyuncak vardı. Karnı tok sırtı pekti. Bir çocuğa daha fazla ne verilebilir ki dedi iç sesi. Konuşan süper egosuydu… Duygusal bir şey düşünür düşünmez hemen onu alır mantık sokaklarında gezdirirdi. İyi ki vardı bu iç ses. Yoksa içindeki bu duygulu Ayfer, onun başarısına ve kariyerine engel olacaktı. Gittiği psikoloğu öyle demişti Ayfer’e:
-İçinizde performansınızı kötü etkileyecek bir ses duyduğunuzda, hedeflerinizi düşünün, hedefe odaklanın! demişti. Bir anda, acaba bizim müdürle işbirliği içinde mi bu psikolog diye geçirdi aklından. Bu komplo teorisine içinden bir kahkaha attı:
-Paranoyak oldun artık sen! dedi kendine. Kendi ile konuşmak keyfini yerine getirmişti yine, ayrıca hızlanmasını da sağlamıştı yokuş yukarı çıkarken. Tam yetiştiği için çok şükür diyecekti ki, apartmanın iç merdiveninde ağlayan oğlunu gördü, bir ok gibi fırladı, nasıl olur da kendinden önce gelirdi, aramamışlardı da evde olmayınca, içeri nasıl girdi bu çocuk? Aklındaki soruları üç adım atana kadar sormuştu. Ağlayan çocuğuna yaklaşır yaklaşmaz:
-Neden erken getirdiler seni, neden benden önce geldin, kapıdan nasıl saldılar seni? diye hızla sorular sormaya başladı. Alperen hala ağlıyordu korkudan, anlamamıştı onun kaygılarını çocuk, sadece korkmuştu. Korkan bakışlarıyla annesine yarım yamalak okuyabildiği apartman saatini gösterdiğinde Ayfer, kolundaki saatin yirmi dakika önce durduğunu, telefonunun sesinin de son toplantısında titreşimde kaldığını fark etmesi uzun sürmedi. Kapının otomatına da başka biri için basılmış ve Ayfer bastı sanılmıştı herhalde. Yapbozun parçalarını birleştirmesi yaklaşık yarım dakika sürmüştü. Ama Alperen’in korkusunu unutturması ne kadar sürecek diye düşündü içinden. Dolan gözleri ve boğazında sakladığı hıçkırıklarıyla Alperen’e kocaman sarıldığında, olan biteni, çektiği tüm mesai sıkıntılarını unutmuştu Ayfer. Çünkü şu an tutturması gereken tek hedefi vardı, o da Alperen’i mutlu etmekti.