Yıllardır bu ülkede, içerdiği anlam bakımından Batı’yı değil bizi ifade eden bir sinemamız olmayışından yakınıp dururuz. Bu yakınış sadece benim veya birkaç kişinin yakınışı değil hepimizin yakınışıdır. Hangi vatan evladı kendi sinemasının hayalini kurmamıştır ki? Kendi sinemam, benim sinemam, bizim sinemamız… Bu sinema salt öykünmenin, basit bir taklidin ötesinde bir şey olmalı muhakkak.
Entelektüel arayıştan uzak veya bu arayış içerisinde olsa da her türden ideolojiye sahip çeşitli arkadaşlarım beraber sinemaya -özellikle Hollywood filmlerine- gittiğimiz zaman filmlerdeki subliminal, ayrılıkçı söylemleri yakalayıp bunlardan duymuş oldukları rahatsızlıkları dile getirirlerdi. Ben de onlara hitaben şöyle söylerdim: Evet, tabii olarak bu sinema filmleri kendi kültürel kodları ve coğrafi altyapıları içerisinde tasarlandığı için var olduğu zeminin iddialarını ideolojik bir şekilde yansıtacaktı.
Bu benim için de son derece rahatsız edici bir şeydi; fakat el mahkûm yine de bu ideolojik yansıtmaya rağmen bu filmleri izliyorduk. Bu duruma sadece Hollywood filmlerinde de rastlamıyorduk üstelik. Pek çok sinema dâhisi diyebileceğimiz, sanatsal ve fikri açıdan Hollywood filmlerine oranla on kat daha kaliteli film çeken insanların filmlerinde de vardı bu… Çünkü dediğim gibi, bu gayet doğal bir durum… Fakat bu durumun abartılıp bir ötekiye karşı faşizan derecede ağır eleştiri içeren boyutlara ulaştığı pek çok filme de şahit olduk. Bu söylediklerim ile sinemanın yalnızca ideolojik bir yansıtma aracı olduğunu kast ediyor değilim elbette. Sinema, aynı zamanda estetik bir kaygı içerir ve ‘genel’ tanımın içerisinde bir sanat türüdür. Fakat tüm bunlara rağmen her sinema filminin içerisinde belirli bir ideoloji barındığı gerçeğini kim reddedebilir?,
İşte ben Semih Kaplanoğlu’nun “Buğday” filminde bizim ideolojik duruşumuzun gayet tabii bir süreç içerisinde işlendiği bir temaya şahit oldum. Bu yüzden filmin DVD’si aracılığıyla filmi defalarca izledim ve filme hayranlık duydum. Bu film, yalnızca ideolojik bir duruş olmanın da ötesindeydi: Tarkovski’ye yakın bir çizgi izleniyor; ama buna ek olarak millî değerlerin sineması yapılıyor ve bu değerler üst bir kadrajda ortaya koyuluyordu. Tarkovski bir cevap vermiyor. Sadece soruyordu oysa, Kaplanoğlu kendi kültürel kodlarının izah ettiği cevapları aktarmaya çalışıyordu. Bu da başlı başına bizim sinemamız demek oluyordu. Sadece verdiği mesaj ile değil! Aynı zamanda konunun ele alınış tarzı ve sinematografik olarak da… Ayrıca Kaplanoğlu, bu filmi ile klasik Türk filmlerinde(!) var olan ‘ülkeyi veya olan bir değeri sadece resmetme’ geleneğini aşıyor, bize bunun üst bir dayanağını göstermeye çalışıyor.
Resmetmekten izah etmeye… Öykünmekten iddia etmeye…
Peki, bu tür bir film zorunlu muydu? Kendi sinemamızın oluşması yönünden zorunlu ama sanat yapmak için mantıksal açıdan zorunlu değil. Yani demek istiyorum ki, ülkemizde sinema sanatının gerçek manada yeşerebilmesi için öncelikle kendimize dair sınırların çizilip, kendi oluşumumuzu dile getiren kendimize has filmlerimiz olmalı. Bu yapıldıktan sonra, belki ilerleyen zamanlarda milli olmayışına rağmen -milli olanın aşılması ile- sanat inşa eden filmlerimiz de olabilir. Özetle sanat eşittir milli olmak veya biz olmak demek değildir; fakat sanatın olması için öncelikle ‘Biz de buradayız.’ demek zorundayız. Zira önce imge olmadan daha sonra kavram olmaz. Örneğin Antik Yunan’da mitos geleneği olmasaydı bunların gösterdiği gerçeklerin rasyonel izahını dile getiren kavramsal felsefe de gelişmezdi. Dolayısıyla öncelikle kendi çevremizden başlayıp daha sonra dünyaya açılmamız gerekiyor. Kendi sınırlarımız belirlenmeden dünyaya açılır isek, bugün olduğu gibi filmlerimiz Batı taklidi alışıldık, sıkıcı mesajlar vermekten öteye gidemez hale gelir. Sinema alanında devrim, metodolojik açıdan doğru bir zemin üzerine kurulduğu sürece mümkün olacaktır.
Buğday, yalnızca bir inanç filmi mi? Buğday filminde Kur’an’da bizzat geçen Hızır-Musa kıssasının tinsel resmine ve işlenişine şahit oluyoruz. Tabi, bu durumda akıllara pek çok soru işareti getirdi. Çünkü böylesi bir paradigmaya ülke sinemasında ilk defa rastlanıyor. Bunu inanç filmi olarak yorumlayanlar da oldu, belirli bir hapsedilmişliğin ürünü olarak yorumlayanlar da…
Hapsedilmişliğin değil, belirlenimli olmanın filmi…
Hızır-Musa kıssası, yalnızca bir inanç teması olarak görülmemeli… Zira bu kıssada anlatılan asıl mesaj ‘Acele etme, görünene hemen aldanma’dır. Modern dünya, meta değeri üzerinden alelacele ilerleme ve gelişme değeri üzerine kurulmuş ve var olan bir değerin ardı düşünülmeden onun üzerinden fikir geliştirme gibi bir aldanışın içinde yüzmektedir. Modern dünyada yapılan bu şey adil (olması gereken/layık olan) olmadığı için zulümdür (olmaması gereken/layık olmayan). Kaplanoğlu da tam olarak kendimize ait bu mesel üzerinden ustaca bir şekilde modern dünyayı eleştiriye kalkmıştır.
Zulmü haykırmış ve bunu haykırırken de muktedirin, sömürgecinin dilini değil mazlumun, azınlığın dilini kullanmıştır. Zira zalimin zulmünü aktarır iken, zalimin dilini kullanmak aslında yine zalimin muktedirliğine atıf yapmak demektir. Kaplanoğlu, bu yüzden dilini gelenekten, safilikten almıştır. Modern dünyayı eleştirirken ona kendi paradigması içerisinden bakmamıştır. Fakat bugün pek çok insan, bu modern algılayışın ve düşüncenin ötesine geçemediğinden filme dair modern eleştirileri sıkça duyduk. Bu yüzden film çoğu insanın ruhuna tam anlamıyla nüfuz edemedi.
Çoğunluğun değil, azınlığın filmi…
Buğday, evrensel mi değil mi? Evrensellikten ne anladığımıza göre değişir bu sorunun cevabı. Eğer evrensel olmak der iken tüm dünyaca kabul görebilecek bir fikir veya töre tasarımını kast ediyor isek bu zaten mümkün değildir. Evrensel olmak derken, Batı paradigmasına hapsolmayı kast ediyor isek, bu başlı başına evrensel olmanın zıttı demektir. Tıpkı bugün evrensellik adına Batı’nın zihin dünyasını savunanların yaptığı gibi… Elbette ilmin, hakikatin Batı’sı, Doğu’su olmaz; ama ideolojinin, kültürelliğin ve değerlerin Batı’sı ve Doğu’su olur. Buğday, klasik manada bir Batı filmi değildir, dolayısıyla Batı’nın sunduğu evrensellik mitosunun sınırları içerisinde de değildir. Ama bizce hakkaniyet açısından Buğday gayet evrenseldir; Batı’nın veya Batıcı zihinlerin kabul etmemesi onu evrensel yapmaz diyor iseniz evrensellik tanımınız üzerine biraz düşünün isterim. Buğday’ın bize sunduğu asıl mesaj ilerler ve gelişir iken insanlığımızı unutmamamız gerektiği… Bu mesaj da bence gayet evrensel.
Buğday, bilim düşmanlığını ve dogmatik olmayı mı öneriyor? Aslında Buğday’ın hiçbir yerinde bu anlama gelebilecek bir ibare yok iken, bilim camiasını eleştiriyor diye bunu ‘bilime düşmanlık’ olarak algılamak sanırım bize bugünün ideolojisini ve bugün çoğunluk tarafından sahip çıkılan bilim tiranlığını gösteriyor gibi. Bir makale yaz, üstüne falanca bilim adamı diyor de ve herkes inansın buna… İnanmayan/eksik bulan ve farklı bir alternatif üreten (M maddeciği gibi) yobaz olsun. Tıpkı Orta Çağ Engizisyonu’nun akıl yapısı gibi… Ne kadar ilkel? Her seferinde diyoruz: bilim ile bilim adamı aynı şey değildir. Bilim adına yapılan her şey de bilim değildir, tıpkı bir zamanlar din adına Kilise’nin yaptığı her şeyin din ile ilgisi olmadığı veya din olmadığı gibi…
Buğday bize metafizik olanakları terk ettiğimizi, materyalist dünya içerisinde kaybolup artık hiçbir yüksek değere atıf yapmadığımızı hatırlatıyor sadece. Bunu yaparken bilimi reddetmiyor, bilimin her şeye (etiğe, insanlığa) çare olamayacağını ve insanı sadece bir tarafı ile sınırlamayıp onu kendi koşulları ile (yani içindeki insan ile, M maddeciği ile) anlamayı salık veriyor. Zira metafizik iklimi bize sağlayan ve bu olanaklar dünyası hakkında ipucu veren metafizik sahada incelenebilecek olan M maddeciği’dir. Bugün biz metafizik ile birlikte M maddeciği’ni unuttuk.
Nedir bu M maddeciği? İnsan olmaktır, nefes almaktır: Tanrı’nın insana üflediği Ruh’ tur.
Tanrı’yı ve İnsan’ ı Unuttuk! Nietzsche şöyle söyler: [Tanrı Öldü. Tanrı’dan geriye bir ölü kaldı. Ve Onu biz öldürdük. ‘’Nasıl avutacağız kendimizi, biz katillerin katilleri? Dünyanın henüz görmüş olduğu en kutsal, en büyük şey bizim bıçağımızın altında can verdi: bu kanı bizden kim silecek? Hangi su bizi temizleyecek? Hangi kefaret şölenlerini, hangi kutsal oyunları icat etmemiz gerekecek? Bu durumun büyüklüğü bizim için fazla büyük değil mi? Buna layık olmak için birer Tanrı olmak zorunda değil miyiz? Daha önce hiçbir zaman böyle büyük bir şey olmamıştı; ve bizden sonra doğan her kimse bu olay (Tanrı’nın ölümü) yüzünden tüm tarihlerden daha yüksek bir tarihin parçası olacaktır.’’ ]
Kaplanoğlu bu alıntı ile destekleyebileceğimiz bir yerde duruyor bana kalırsa. Tanrı’yı ve İnsan’ı unuttuk diyor. Anlam bunalımı yaşıyoruz, can çekişiyoruz; İnsan ölüyor diyor.
Tohum yitip gidiyor İnsan ile birlikte… Nefes de yok ortada.
Bu bakımdan Nietzsche ve Stirner ile Kaplanoğlu’nu okuyabiliyoruz. Modern dünyada Tanrı’nın ölümü zaman ile insanı da öldürme girişimlerine yol açtı. İnsanlık, kendi insanlığını yani M maddeciğini metafiziksel zırvalık görüp reddetmeye başladı. Pozitif bilimlerin kesinliği, insanlığa anlam olarak büyük bir sorun yaratmış oldu. İnsanlık en büyük kutsalı ile birlikte, inandığı en büyük öte-dünya umudunu yitirmek ile -ya da bunlar yokmuş gibi yaşamak ile- insan’ı da öldürmüş oldu. Her şey sadece gözlerin önünde var olanlar ise, bunu doğru kabul edecek olsak bile, yaratacağı mantıksal sonuçlar korkunçtur. Nefes’i ve dolayısıyla Buğday’ı da kaybetmek ile sonuçlanır. Aslında Nefes’e sahip olan Buğday’a da sahip olur bir şekilde. Ama Nefes’i unutan Buğday’a da sahip olsa zamanla Buğday’ı kaybeder.
Kaybeder Buğday’ı- çünkü Buğday Nefes ile olmuştur. Nefes ile devam eder, Nefes ile var olur.
İşte tam olarak bu bakımdan Buğday bize Nietzsche’nin sunduğu gibi yaşamın varsayılan nihai amacından ve gerçeğe duyduğu özlemden uzaklaşan bir dünyayı ifade etmesi anlamında kötü/olumsuz bir varoluş süreci sunar. Var olanı kendisinin içindeki nedenlerle birlikte ve tüm çıplaklığıyla resmeder- ve bana kalırsa doğrudur da…