-Yarına
Hayal Tepesi, 1991
Çay bardaklarının balkondan fırlatılmasıyla kavganın bittiğini anlamıştık. Şangırtı sonrası oluşan derin sessizliği boğuk ayak sesleri bozuyordu. Amcam merdivenleri hızlı adımlarla inerek uzaklaşıyordu. Köşeyi dönmeden önce sokak direğinin altındaki suretini ve arkasında bıraktığı dumanı izlediğimde kendimi nedense babamın yerine koyuvermiştim.
Habil ile Kabil’den bugüne miras kalan en eski günahtır galip gelmek ya da haklı çıkmak. O anın haklısı babam mı yoksa amcam mıydı? Sekiz yaşındaki aklımla buna karar vermem biraz zordu. Evdeki kavganın isi sabaha kadar sinmişti. İçimizde akşamın hüznü, sabahın erken saatinde evden çıktık abimle. Dere boyu yürüdük. Minik kalasların üstünden kaymadan derenin karşısına geçtik. Kaya diplerinde bizden çekinmeden yüzen balıkları izleyerek orman yokuşunu varmıştık. Hiç düşünmeden patikadan yukarı tırmanmaya başladık. Önde abim olduğu müddetçe tereddütsüz takip ederdim onu. O benim süper kahramanımdı. En güçlü o, en doğru davranışların kaynağı o, en güzel o yürür, en güzel o konuşurdu.
Yokuş boyunca yürürken ayaklarım onun hızına yetişemiyordu. Zor yolculukta güneş daha tepeye varmamıştı. Doruğa vardığımızda yayvan kayanın üstüne çıkınca derin bir soluk aldık. Ağaçtan oyulmuş yalaktaki buz gibi suyla yüzümüzü yıkayıp hararetimizi giderdik. Mis gibi bir çam ormanının rüzgarı suratımızı yalamaya başladı. “Tıpkı Cennet gibi” dedim. Abim: “Cenneti nereden biliyorsun?” diye takıldı. “Sen varsın ve kavga yok; Cennet böyle bir yerdir herhalde” dedim. Abim tebessüm ederek: “Var mısın oyuna?” dedi. Ağaçların arasından kıvrılan tek şeritli şehirlerarası asfaltı izlerken “Varım!” dedim. Bu kayadaki en büyük eğlencemiz araba saymaca oyunuydu. Ben soldan gelen, abim de sağdan gelen arabaların daha fazla olacağına dair iddiaya tutuşurduk. Sebebini anlayamadığım bir şekilde hep kaybeden olurdum.
İkinci oyunumuz ise hayal oyunuydu. Sırt üstü uzanır masmavi gökyüzünü izlerken bir uçağın arkasında bıraktığı beyaz dumanları parmaklarımızla takip ederdik. “Şimdi kim olmak isterdik, nerede olmak isterdik?” diye hikâyeler yazardık. Ben yakıtı bitmek üzere olan bir uçağı düşmekten kurtaran bir yolcu olduğumu hayal etmiştim. Abim: “Sen ne izliyorsun oğlum!” diye takılmıştı bana. “Nasıl olacakmış o?” diye merakına yenilerek sorusunu da sormuştu ama. “Bak abi, uçağı uzaya doğru süreceğim süreceğim, gökyüzünün en tepesine çıkınca yer çekimi olmuyormuş, orada da uçağı düşmekten kurtarmış olacağım işte.” “Oğlum oraya nasıl çıkacaksın bir, sonra uçağı uzaydan nasıl indireceksin iki?” diye sordu. “Abi, uzayda yaşayabildiğimiz kadar yaşarız. Tıpkı hayat gibi, belki dünyadaki zaman gibi değildir oradaki zaman.” “Aferin, güzel hayal gücün var!” dedi. Gururlanmıştım. Abimin takdirini kazanmak her şeye bedeldi.
Çamlıca Tepesi, 2020
Abim evlendiğinde garip bir heyecana bürünmüştüm. Evlerimizin ayrılması benim üniversiteyi kazanmam nedeniyle çabuk atlattığım bir travma olmuştu. Radyo televizyon bölümünü kazanmıştım. Filmler izliyor belgeseller inceliyordum. Bir yere yetişmeye çalışırcasına okuyabildiğim kadar kitap okuyordum. On binlerce kitap vardı okunacak. Haftada iki kitap okusam yılda yüz kitap ancak bitirebiliyor insan. Kırk yıl okusam dört bin kitap ancak okuyabilirdim. Abimin çekirdek ailesi ise hızla büyüyordu. İki çocuğu ile onun merkez dairesi genişledikçe ben dairenin dışında kalıyordum. Uzaktan seyrediyor, mutluluğu ile gururlanıyordum.
Yıllar geçti. Her zaman coşkuyla ziyaretine giderdim. Böyle bir günün gecesinde abimle sert bir tartışmaya tutuştum. Kavgamız öyle bir boyut almıştı ki sinirimden elimdeki çay bardağını kırdım, gözlerime oturan kanının verdiği sessizlikten sonra evine bir daha gitmedim. Yeğenim kavgamızı kapı aralığından izlediğinde kendimden iğrenmiştim. Sekiz yaşındaki duygularım alevlenmişti. Bir çocuğun Cennetine kül savurmuştuk. Koca koca adamlar olarak biz! Tıpkı babamla amcam gibi. Ne önemi vardı kavganın neden olduğunun.
Mesleğimde iyi bir yere ulaştım. Büyük bir televizyonda dublaj işi almıştım. 8 serilik uluslararası bir belgeselin seslendirmesini yapacaktım. Elimde sargı, stüdyoda seslendireceğim metnin ön okumasını yaparken etrafımdakilerin omzumdan sarsmalarıyla kendime ancak gelebilmiştim.
“1991 yılında SSCB’nin dağıldığı esnada uzay istasyonunda olan talihsiz kozmonot Sergei Krikalev, Sovyetlerin yıkılmasıyla ve ülkesindeki maddi imkânsızlıklar nedeniyle ülkesine geri gelememiş ve tam 311 gün uzayda kalarak en fazla uzayda kalan insan rekorunu elde etmiştir. Rus kozmonot Kazakistan’a ait istasyona inebilmek için bir yıl izin beklese de bu onu uzayda en fazla vakit geçiren insan olma rekorunun sahibi yapmaya yetmiştir.”
Gözlerimin önüne hayal tepemiz geldi. Uçakları uzaya taşıma fikrimi anımsadım. Ertesi gün sekiz saatlik bir yolculuğun sonunda, gün batımına yakın, kan ter içinde ağaç oluğun hayalini kurarak tepeyi tırmanmaya başladım. En azından güneş tam tepemde değildi. Tepeye çıktığımda kurumuş yalağı büyük bir hayal kırıklığı ile arkamda bıraktım. Karşıki dağdan çam ormanının esintisi de artık gelmiyordu. Bir mermer ocağı diş çürüğü gibi oymuştu tepeyi. Sarı bir toz yeşil ağaçların üstüne sinmişti. Tıpkı yetişkinliğimizin üzerine inen tecrübeler gibi.
Hayal kırıklığı ile çömelmiş bir vaziyette kendi kendime araba saymaya başladım. Uzun yıllar sonra anladım ki sabah saatlerinde limana giden taraftan tabii ki de fazla araç geçermiş, akşam saatinde durum tersine ancak dönermiş. Bu sefer ben kazanmıştım. Keşke bu gerçeği öğrenerek kazanmasaydım. Bu gerçek yüreğimi yirmi dokuz yıl sonra nasıl da acıttı. Geçmişle yüzleşmem işte o gün başladı.
Sırtüstü uzanarak pürüzsüz gökyüzünün derinliklerine daldım. Bunca yıldır bozamadığımız tek yer gibiydi sanki mavilikler. Evimin tam karşısındaki uzay istasyonuna benzeyen televizyon vericisini hayal ettim, sonra da evimi. Keşke yarın olsa içinde güzel gözlü eşim ve çocuğumla beraber uzay belgeselleri izlesek…