İpsiz kalmıştım dipsiz kuyuda. Elimi tutan yok, sesimi duyan yok, yardım edenim yoktu. Ne zaman kendime geldiğimi hatırlamıyorum. Yatağımda sere serpe yatıyordum. Tavanı izleyerek dalmıştım âlemlere. Nefesim kesik kesik ulaşıyordu, ciğerimin ücra köşelerine.
Sessizlik, şimdi benim için en büyük sesti. Sessizliğin içindeki gürültü beni sağır edendi. “Neden?” diyordum, “neden ben?” Ağzımdaki diğer kelimelere pranga vurmuştum. Sadece bu kelime grubu özgürlüğüne kavuşuyordu, düşüncelerim bana hâkim olduğu vakit. Cevap ise barizdi, seçtiklerimin sefasını sürecek halim yoktu ya, cefası her zaman boynumun borcuydu.
Bütün kırgınlıklarımı toplayıp, yatağımdan çıktım. Çoktan doğmuş olan güneşe bakabildiğimce baktım. Gözlerimi açmak hâlâ zordu. Bundan 18 yıl öncesinde de zar zor açmıştım zaten. Odamdan banyoya yöneldim, sabahları hiç bitmeyen bir yol gibiydi benim için. Elimi yüzümü yıkadım. Nihayet kendime gelebilmiştim. Kahvemi yapmaya koyuldum, mutfak tezgahına yaslandım. Yine düşüncelere dalarak zihnimin içerisine düşmeyi başarmıştım. Kahveyi alıp odama geçtim. Kardeşimle olan ufak bir fotoğrafımıza gözüm çarptı. Yıllar ne kadar eskitiyordu beni, ne kadar şey alıp gidiyordu.
Zaman gerçekten ilaçsa, bana sadece yan etkilerini mi layık görüyordu? Bilemiyorum. Hazırlanıp çıktım. Kendimi Ankara sokaklarına bıraktım, gri ruhumla en iyi örtüşen şeydi bu sokaklar. Adım attıkça asfalt hissediyordu beni, biliyordum. Kızılay’a indim, sahafları dolaştım. En iyi ruh dinlenmesiydi o eski kitap kokusu, ruhum buna açtı. Ruhumu doyurduktan sonra yola koyuldum.
İnsanlar… Herkesin bir acelesi vardı. Kimi birinin peşinden koşuyordu, kimileri ekmeğini kovalıyordu. Kafamı kaldırdım, derin bir nefes aldım. Ciğerlerim rahatladı, hissettim. Sonrasında bir mekâna uğradım. Şekersiz filtre kahvem ile bir yandan ellerimi ısıttım, bir yandan ise içimi. Kafamı eğip önüme baktım. Yine düşünmeye başladım, beynim asla susmuyor, susmadıkça beni yoruyordu. Çantama attım elimi, kalemdeki mürekkebi biraz harcamak istedim. Temiz bir sayfa… O bana bakıyordu, ben de ona. Yazmaya başladım. Sevgisizlikten şikayetçiyim! Yanımızda öylesine duran insanlardan, yalan ile donatılmış samimiyetsiz ilişkilerden şikayetçiyim! Sömürülmek ve sömürmek istemiyorum artık!
Kalemi o kadar bastırmış olmalıyım ki, kalem ile diğer sayfaya dokunmayı başarmıştım. Öldürülen kadınlar geldi aklıma. Kalemim daha sert şeyler yazmaya başladı.
Bu kadar mı acizdik? Bu kadar mı değersizdi bir insanın hayatı? Bu muydu sevgi? Koskoca bir yılda 383 kadın, onları sevdiğini söyleyen adamlar tarafından öldürülmüştü. Bir kısmı anne, bir kısmı yeni mesleğe başlamış, bir kısmı daha liseyi bitirmemiş, bir kısmı daha oyuncakları ile oynayan… Bu dünya nereye gidiyordu böyle? Ne yapmaya çalışıyorduk? Gelişiyoruz diye adlandırdığımız bu muydu?
Albert Camus’un söylediği ve benim de çok sevdiğim bir sözü var, durumu gayet iyi açıklayan: “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın!” Bizim insanlarımız nasıl ölüyor? Hiç düşündük mü? Peki ya nereye kadar ölecekti bu insanlar? Nasıl dönecek bu devran?
Kahvem bitmişti, yazacak bir şeyim de kalmamıştı. Evet, artık bitti, perde!
*Ankara İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi Hazırlık Sınıfı Öğrencisi