loader image

Üsküdarlı Nezihe (1)

Üsküdarlı Nezihe (1)

“Yaz evladım yaz. Her zamanki ilacımdan yaz. Sen yeni misin? Görmedim daha önce seni buralarda.”

“Evet, yeniyim teyzeciğim. Ama bununla ne alakası var? Bu da elindeki ilaçla aynı etkiye sahip.”

“Yok evladım yok, senin bir şeyden anladığın yok. Nasıl doktor oldun sen? Aynı olur mu? Bana bu ilaçtan başkası yaramaz. Başkasını içsem ölürüm ben. Olur mu hiç yavrum? Aynısı olur mu?”

Hele şu yeni yetmeye bak. Aynısıymış, aynısı olur mu hiç?  Ben bilmem mi ilacımı? Sen mi bileceksin ben mi bileceğim? Tahlil bile istemedin zaten. Tahlilsiz olur mu hiç? Bulamıyorlar hastalığımı, psikolojik deyip geçiyorlar! Düşer kalırım hafazanallah evin bir köşesinde. On beş gün sonra bulurlar ancak cesedimi. Ceset kokmasa öldüğümü de bilmezler de Allah’tan ceset kokuyor.

Ölüp gitsem bir tek o çöpçü fark eder yokluğumu. Her akşam aynı saatte gelir çöp kamyonu. Kamyonun gürültüsünü duyunca hemen cama koşarım. Çöp tenekesini boşalttıktan sonra, hemen bu yana bakar. El sallar bana. Gönlüme bir sevinç dolar. Bir anda kalabalıklaşır evim. Hemen ben de ona el sallarım. Alt komşum Kezban’a göre, o bana el sallamıyormuş. Çöpü aldıktan sonra şoföre “devam et” demek için el kaldırıyormuş. Ben yanlış anlıyormuşum. Çöpçü bana niye el sallasınmış. Hadi ordan Kezban! Sen ne bileceksin! Sana el sallamıyor diye kıskanıyorsun besbelli.  Ne yapalım işte, sen de böylesin…

İstanbul’da doğdum İstanbul’da büyüdüm ben. Annem hatta anneannem, yedi göbek İstanbulluyuz biz. Hiç evlenmedim. Beğenmedim kimseyi. Önce ben beğenmedim sonra da onlar beni beğenmedi… Ne demişler? Kız istenirken, at beslenirken… Ne isteyenler oldu da, işte… Yaşlandık gittik böylece. Evladım da yok haliyle. Ah evlat güzel şeymiş öyle diyorlar. Evladım olsaydı belki bu kadar yalnız olmazdım.

“Yazdın mı evladım? Hah! Tamam, oldu şimdi. Haydi selametle… Gelirim ben yine. (Gelirim sana bir daha bekle… Tahlil bile yapmadın zaten. Gerek yokmuş, tabi canım öleyim de evimde bir başıma, gör sen gerek var mıymış, yok muymuş? Gelirim bekle!) Şu köşeden bir taksi çevirtiver oğlum gideyim ıssız evime.”

Aaaah Ah!… Yalnızlık çok zor evladım, bilir misin sen?

Yalnız uyurum, yalnız uyanırım. Gece yalnızlığı örterim üzerime yorgan diye. Isıtmaz melun. Isıtmaz ama çöreklenir üzerime, bastırır boğazıma. Nefes alamam. Sokak lambasının aydınlığı olmasa, onu gerçek bir karabasan bile zannedebilirim. Böyle böyle her gece güç bela dalarım uykuya.

Sadece uyku mu? Evin içinde her an bir yalnızlık ulur. Sanırsın karanlıkta koca dişleriyle kapıverecek. Koridorlarda bile yalnızlık koşar. Bütün odalardan melun suratıyla bir yalnızlık çıkar. Duvarlardan yalnızlık akar.

Bazen de elimde bir battaniye gibi oradan oraya sürüklerim yalnızlığı, sonunda onunla birlikte bir yerlerde uyuyakalırım. İki çift laf da konuşulmuyor ki onunla. Ben konuşuyorum o susuyor. Hep susuyor. Sadece dinliyor.

Bazen kendimi mutfağa atıyorum. Yalnızlığımı yoğuruyor, üzerine biraz gözyaşı serpiyor, fırına sürüyorum; paylaşayım komşularla. Komşuluk kaldıysa…

Başka zamanlar neyse de, yalnız yemek yemek çok zor be evladım. İnsan yalnız oturdu mu sofraya, boğazından lokma inmiyor. Sen duvara bakıyorsun duvar sana bakıyor. Ah o çok sevdiğim çay, içine şeker doldursan tatlanmıyor…

Her sabah perdeleri anlamsız bir ümitle açıyorum. Güneş doluyor içime. O ışıkla hemen bir kap su getiriyorum. Camın önündeki menekşelerimi suluyorum. O kadar sulamama, tatlı tatlı konuşmama rağmen hiç çiçek açmayan vefasız menekşelerimi… Olsun diyorum. Bir gün açacaklar elbet. Ümit kesilir mi Yaradan’dan? Sonra düşüveriyor, yaprakların arasına konduruverdiğim yapma çiçeklerden biri. Alıyorum yerden, usulca konduruveriyorum tekrar yerine. “Ne güzel oldun kız Meloş!” diyorum. “Saçının kenarına gül takmış Türkan Şoray gibisin vallahi.” Hepsine böyle isimler taktım. Camgüzeli Huriş mesela. Arada bir çiçek açan mor menekşe Nuriş. Onun yanındaki suratsız da Sabiş. Açtığını hiç görmedim. Boyuna yaprak çıkarıyor. Ne yapacaksak o kadar yaprağı. Her sabah bi paylıyorum onu, daha çok sallıyor suratını. En ortadaki mor mor pıtır pıtır açan güzelim de Hüsnüyusuf… Onu bir başka seviyorum. Başka bir isim de koymadım. Onun daha güzel bir isme ihtiyacı yok.

İşte efendim çiçeklerimle bir hayli vakit geçirdikten sonra kahvaltımı falan yapıyorum. Gelen giden de yok; ama evi topluyorum yine de. Ölür mölürsem evimi dağınık görmesinler. Ne pis kadınmış demesinler. Sonra genellikle pencerenin önüne geçiyorum yeniden. Gelene gidene bakıyorum, elimde gül kokulu tespihim. Her gün aynı çocuklar, aynı saatte aynı sokaktan okula gidiyor.  Öğretmen Sadık Bey, mutlaka saat sekiz buçukta buradan geçiyor. Banka Müdiresi Emel Hanım, siyah tayyörü, siyah topuklu ayakkabılarıyla kırıta kırıta yürüyor. Yağmur varsa o topuklularla hızlı hızlı yürüyüşü pek gülünçtür. Herkesi okuluna işine gönderdikten sonra televizyonun başına geçiyorum. Tam bir diziye başlıyorum ki yarısında uyuyakalıyorum. Hiçbirini tamamlayamıyorum.

Bazen başörtümü bağlayıp pazara çıkıyorum. Aldıklarımı taşıması çok zor oluyor. Gençlerde de iş yok artık. Yardım ediveren olmuyor. Pazar arabası aldım artık, baş edemedim de…

Bazen sokağın başında oturan kadınların yanına varıyorum. Çokluk benim yaşlarımda. Azıcık oradan azıcık buradan konuşuyoruz. Güneş hangi köşeye vurursa biz oradan kalkıyoruz gölgede kalan köşeye oturuyoruz. Sonra oraya güneş vurunca diğer tarafa geçiyoruz. Öğle sonu gölgelik bir yer bulmuş tavuklar gibi kah demlenip kah eşiniyoruz. Bolca dedikoduya istemeden iştirak ettikten sonra pişmanlıkla eve dönüyorum. Bu kadın milletinin de ağzı hiç durmuyor. Beni de sokuyorlar günaha. Yanlarına gitsen olmuyor, gitmesen olmuyor.

            (Devamı 5. sayımızda)