Resne (Resen), Makedonya’nın küçük bir kasabası. Pelagonya Bölgesi’nde. Gürültüsüz bir belde. Geçmişi Roma Devri’ne dayanıyor. Bir vakitler Osmanlı Devleti’nin Manastır Sancağı’na bağlı toprağıydı; 1385 yılından 1912 yılına dek öyleydi. Resne, Balkan ve Türk tarihinde iz bırakan diğer bir yerleşim yeri olan Manastır’ın yakınında, Ohri’yle Prespa gölleri arasında kurulu. Halkın ana geçim kaynağı elmacılık. Elma bütün Makedonya için çok önemli bir ürün; üretilen meyvelerin dörtte üçü elma ve yaklaşık yarısı dışarıya satılıyor. Buralarda şöyle deniyormuş: “Ohri kızları gölde yüzerler/ Resne kızları elma dizerler”. Canım, Ohri kızları da inci diziyorlardır.
Ancak şimdiki konumuz elma. İsteyen alma ya da almıla diyebilir. Elmayı çok severim. Ekşisini değil tatlısını; meyve dediğin tatlı olmalı. Ve de kırmızı elmayı; Cemal Süreya’nın Elma şiirinde dediği gibi: “Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı”.
Sözlük, elma ağacının çok hoş bir tanımını yapıyor: “Gülgillerden, çiçekleri pembe veya beyaz bir ağaç.” Elmayı da şöyle tanımlıyor: “Bu ağacın kabuğu parlak, sert, kırmızı, sarı ve yeşil renkte, kokusu hoş, tadı ekşi veya tatlı, dokusu gevrek, ufak çekirdekli meyvesi.” Sarıyı, yeşili ve ekşiyi çıkar; işte benim seçimim.
Türkiye’de çok şey söylenir elma hakkında. Deniz Karakurt, Türk Söylence Sözlüğü adlı sözlüğünde ve Elma isimli romanında, “meyvelerin anası ve atası” sözcükleriyle yücelttiği elma için, “kadınla erkeğin birbirine duyduğu tensel sevginin simgesi” diyor. Karacaoğlan’a yakıştırılan şu dizelerdeki gibi sevgilinin yanakları elmaya benzetilir: “Alma alma yanakları al gibi / Boyu uzar gider selvi dal gibi / Seherde açılan gonca gül gibi / Sandım kan damlamış karın üstüne.”
En bilinen atasözlerinden biri elma hakkındadır: “Yarım elma gönül alma.”
Atalar ayrıca “Al elmaya taş atan çok olur.” demişler. Elmayı armutla bir arada anmak, onları karşılaştırmak, birbirleriyle kıyaslamak alışkanlık olmuş. Mevlâna, Mesnevi’sinde; “Armut da elmaya benzer, benzer ama aralarındaki farkları bil!” diyor. Kuşkusuz bu sözün açık anlamından öte anlamları var.
“Elmayla armudu toplama!” ya da “Elmayla armudu karıştırma!” diye uyarırız karşımızdakini. “Elma dersem çık, armut dersem çıkma!” çocukluk çağımızda belleğimize yerleşen bir tekerlemedir. Ömer Asım Aksoy’un Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’ne de bakalım: “Armudu soy ye, elmayı say ye. Elmayı soy da ye armudu say da ye. Bir elma bin akçaya, soy; bin armut bir akçaya, soyma. Elmanın dibi göl, armudun dibi yol. Elmayı çayıra, armudu bayıra. Elmayı havaya at, düşünceye kadar Allah Kerim.”
Başka neler anımsatıyor elma? Adem’le Havva’yı Cennet’ten ettiği dayanaksız söylenen yasak meyveyi. İyiler iyisi, güzeller güzeli Pamuk Prenses’e zehirli elma yediren kötüler kötüsü cadıyı, Eflatun Cem Güney’in derlediği masalların sonlarında gökten düşen üç elmayı. Agatha Christie’nin, elma tutkunu yazar Ariadne Oliver ve Dedektif Hercule Poirot üzerine kurduğu polisiye eseri Elmayı Yılan Isırdı adlı romanını. Türklerin Kızılelma ülküsünü, Ömer Seyfettin’in Kızılelma Neresi başlıklı hikâyesini, Ziya Gökalp’in Kızıl Elma adlı şiir kitabını, Cengiz Aytmatov’un doğru kişiye değer sunmayı vurgulayan Kızıl Elma başlıklı hikâyesini…
Isparta, Karaman, Niğde gibi yerlerden ve üretim sıralamasında önde yer tutamıyorsa da Amasya’dan, “Bizim ne eksiğimiz vardı da elma söyleşisini Resne’de yapıyorsun?” dendiğini duysam, “Haksızsınız.” demem. Ne var ki niyette bulunmayan bir sohbet gelişti.
Sözümüzü bağlamadan önce, Eflatun Cem Güney’in Sırmalı Pabuç başlıklı masalının son sözcüklerini söyleyelim: “Gökten üç elma daha düştü; yüzü gülmedik yetimlerin başına…”
Çok güzel bir dilek oldu…