Eğer ömrünüzün bir noktasına dönme imkânınız olsaydı kaç yaşını seçerdiniz? Kendime sık sık sorduğum ve defaatle aynı yanıtı verdiğim bu soruyu, etrafımdaki insanlara yönelttiğimde muhtelif birçok cevap alıyorum. Kimisi gençliğin deli dolu oluşundan bahsedip yirmi yedi gibi bir sayı veriyor bana, kimisi ise lisedeyken çok eğlendiğini söyleyip on yedi diyor. Yaşça büyük bazıları, çocuk sahibi olmanın bahtiyarlığını öne çıkarıp otuz beş derken, kimileri ise emeklilik ve torun sevgisinden dem vurup altmışların yaşamak için ideal olduğunu söylüyor.
İnsanlar böyle farklı cevaplar veredursunlar, gelin ben size kendi bakış açımı sunayım: Bana sorarsanız hayatın açık ara en güzel olduğu evre çocukluk. Çocukluğunda travmatik bir olay yaşamamış tüm insanların altı yedi yaşları ve o zamanlardaki halleri kendilerine mevzu bahis edildiği vakit gözlerinde masumiyetle heyecanın birleşiminden oluşmuş bir parlama sezilir hemen ve bunu tatlı bir sırıtış izler. Bu aslında tek başına o zamanların mükemmelliğini anlatmaya yeterli bir işarettir.
O zamanlar dünya hepimiz için çok daha güzel bir yerdir; zira tek çabamız arkadaşlarımızla oynadığımız oyunlarda daha iyi olmak, bu oyunlardan tek beklentimiz ise eğlenmektir. Çocukken herkes bize öyle masum gelir ki kimsenin bize bir zararının dokunabileceği aklımızın ucundan bile geçmez. En küçük bir hediye, ufak bir şeker veya ucuz bir oyuncak araba, bizi mutluluktan havaya uçurmak için yeter de artar bile. Büyük beklentilerimiz, ağır sorumluluklarımız, karmaşık ideolojilerimiz yoktur o zamanlar. Sadece sevgiyle bakan masum gözlerimiz ve umutla atan küçük bir yüreğimiz vardır ki, bu mutlu olmak için fazlasıyla yeterlidir bizim için.
İşte tam da bu yüzden o kadar özlüyorum ki çocukluğumu. Yaşamın o zamanlar bana verdiği lezzeti geride bıraktığım yirmi senenin başka hiçbir döneminde tadamadım. Anılarım aklıma geldiği vakit, içimin kıpır kıpır olmasından hemen sonra yüreğimde kocaman bir boşluk hissediyorum ve anlamsız olduğunu bilerek şu soruyu soruyorum kendime: Büyümek zorunda mıydık ki? Bu aslında hayatın beni getirdiği noktaya karşı en çocuksu tarafımdan kopan bir sitem.
Altyapısında mutluluğa, saflığa ve yaşama sevincine karşı duyulan bir özlem yatmakta. Gülümsemelerin yerini ciddi tartışmaların aldığı; oyunların, yerini hayatımıza yön verecek sınavlara bıraktığı bu acımasız, duygusuz ve merhametten yoksun sisteme içten içe yanan bir öfke duyuyorum. Yaşadıklarımı tekrar yaşayamayacak olmamın verdiği çaresizlikle burkuluyor yüreğim. Gerçekler, diye bir ses zihnimde dönüp dururken onu susturmak için hiçbir şey yapamıyorum. Gerçekler… İnsanlar doğarlar, büyürler ve ölürler.
Bu aşamaları bir noktada kabul etmek ve doğallığına kanaat getirmek zorunda kalan zihnim, kızgınlığının en üst noktasındayken pes etmek zorunda kalıyor. Madem o vakitlere geri dönemiyoruz, onları buraya getirelim diye bir tavsiye sunuyor bana. Hem sürekli yeniye kızmak ve içinde bulunduğumuz durumdan devamlı şikayetçi olmak, eskilerin değerine ve o zamanlar yaşadığımız güzel şeylere bir tür hakaret değil midir ki? Kendime hayret ediyorum. Az evvel etrafıma gözümü kör eden bir sinirle bakarken şu anda bunun anlamsızlığına ikna olmuş durumda buluyorum kendimi. Bardağın dolu tarafına kayıyor gözüm galiba. Bölük pörçük anılar hızla akmaya başlıyorlar belleğimden. Gözlerini kapat… Kendime yarı emri vaki söylediğim bu cümlenin cazibedarlığına karşı koymak için bir gerekçe bulamıyorum. Göz kapaklarım ağır ağır kapanırken başını secdeye koymuş bir ihtiyarın teslimiyetini duyuyorum yüreğimde.
Çocukluğuma zamandan münezzeh bir yolculuk yapıyorum. Zihnimde, gerçeklik algımın içinde, bulanık hatıralarımın biri parlarken diğeri sönüyor. Heyecandan küt küt vuran kalbime karşı koyarak gözlerimi açmamak için zorluyorum kendimi. Uyanmak istemediğim bir rüyanın içinde gibiyim ve bu rüyanın diğerlerinden tek farkının bir zamanalar yaşanmış olması olduğunu biliyorum. Şekilsiz bir odunu en son teknolojilerle donatılmış bir ölüm silahı gibi tutan küçük ellerim, ateş ederken silahın hayali tepmesinden dolayı titriyor ve ben bu sırada ağzımdan taramalı tüfek efekti vermeyi unutmuyorum tabi ki.
Daha sonra önce ben vurdum minvalinde hararetli bir tartışma dönüyor arkadaşımla aramızda. Tartışma uzayınca başka bir anıya atlıyorum. Kan ter içinde kalmış bir düzine afacanız… Taş zeminde plastik topla oynanan dünyanın en önemli karşılaşması henüz bitmiş. Çoğumuzun dizleri çizik dolu lakin acının zerresini hissetmiyoruz. Dilimiz damağımıza yapışmış bir şekilde çeşme başında su içme sırası beklerken attığımız çalımlardan ve vurduğumuz şutlardan birbirimize gururla bahsediyoruz. Daha bunlar gibi nice anının içinde geziniyorum uzunca bir süre.
Gözlerimi tekrar açtığımda kendimi otuz iki diş sırıtırken buluyorum. Huzur bu olsa gerek diye içimden geçirirken aklıma gelen bir bilgiyle sarsılıyorum. Hayal ettiğim tüm o güzel anılar bir anda yok oluveriyor. Aslını öğrenmek için telaşlı bir biçimde arkadaşıma soruyorum: Bizim şu ödev, ne zamanaydı? Hayallere dalmadan evvel kafamın içinde yankılanan o sesi tekrar işitiyorum: Gerçekler.
*Bilkent Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü Öğrencisi