loader image

Ekran mı Sayfa mı?

 

Hiçbir şey öğrenemeyeceğiniz bir yazıya başlıyorum. Öyle kemerelerinizi falan bağlamanıza gerek yok. Uçuşa geçmiyoruz; moderniteye köklerden bağlılar için düşüşe geçeceğiz bile diyebilirim. Mesele ve meseleyi sorgulayacak başlık belli: Ekran mı Sayfa mı? Öyle ya pandemi dönemindeyiz, çok gezmek mi çok okumak mı sorusu biraz evrim geçirdi. Zamanımızı nasıl geçireceğimize dair sorgulamalar ayyuka çıktı. Eh bize de malzeme çıkmış oldu. Bize, yani kitapları sermaye olarak görenlere…

Mehmet Kaplan’ın çok sevdiğim bir sözü vardır. Üstat, “Anadolu insanı cahildir; ama ariftir.” der. Anadolu insanının irfanına vurgu yaptığı yıllar seksenli yıllardır. Çok sular aktı tabi. Teknoloji ve berberinde gelişen olaylar başımızı döndürdü. İnsan hayatı kolaylaştıkça tasavvuf ehlinin dilinden düşmeyen “Zor olan güzeldir.” desturu önemini yitirdi. Zor olan zordur. Artık çok net. Determinizmin, kapitalizmin, materyalizmin ve daha nice “izm”in bendesi olup çıktık. Şunu da belirtelim, şikâyet eden yok. Zaman, insana, heykeltıraşları kıskandırırcasına şekil veriyor. Dün ile bugün arasındaki makas öyle genişliyor ki ileride “çatışacağımız kuşak”la neler yaşayacağımız büyük bir soru ve sorun olarak karşımızda duruyor.

Teknoloji düşmanı değilim. Olamam. Olmam imkânsız. Hep kolayı arayan, nefsani arzuların peşinde sürüklenen, “en”lerin muhayyilesinde kulaç atan bir “insan”ım. Tek farkım, fikir ve sanat arkeologluğudur. İlim, irfan prototiplerine olan düşkünlüğümdür. Kendini marjinal gösteriyor diye düşünmeyin, siz de öylesiniz. Bu yazıyı okuyorsanız ve bir dergi kültürünüz varsa aynı yörenin türküsüne eşlik ediyoruz demektir. Benim korkum şu: Eskiyoruz. Yaşlanıyoruz değil, öleceğiz falan da değil ki bunlar zaten dünya denilen gurbette garipliğimizin tasdiki mahiyetindedir. Hacı Bektâş-ı Velî’nin ifadesiyle “Hakikatin ilk makamı, toprak olacağımızın bilinmesidir.” Mesele bu değil. Biz eskiyoruz. Hatta bazen yaşlılardan daha da eskiyerek yol alıyoruz. Boğulduğumuz sayfaların genel-geçer bir karşılığı yok. Topluma karıştığınızda kimse sizin yazınızı konuşmuyor. Dergiyi götürüp önlerine bıraksanız bile okunmuyorsunuz. “Ben bunu sonra okurum.” cümlesiyle savıyorlar sizi. Ne kadar siyasi öngörüleriniz var, ne kadar futbolla ilgilisiniz? Hangi dizileri izlediniz? Hangi yarışmalarda kimleri tutuyorsunuz? Hangi programda hangi drama şahitsiniz? Bunların dışındaysa dünyanız, yalıtıldınız demektir. Geçmiş olsun! Biraz daha ekran, lütfen!

Anadolu irfanı demiştik. Asla umudumu kesmedim ve kırıntılarını gördükçe ayrı bir haz alıyorum. Ancak bu irfanı -bir anlamda yazısız hukuk kurallarını- taşıyor muyuz, yaşatacak mıyız bilmiyorum. Babamın-dedemin Battalnâmeler, Hz. Ali Cenkleri ile büyüdüğü yıllara özlem duyuyorum. Onlar da özlüyor. O zamanlardaki sohbetin samimiyetinden dem vuruyorlar. Ancak aynı yaşlardaki insanların saatlerce tv karşısında “reyting”in esiri olmaları içimi acıtıyor. Neler okurduk diyorum; ya da benim yazacağım ne malzemeler dinlerdik. Olmuyor, olamıyor. Onlar ellerinde kumanda kirli programların, kirli dizilerin şatafatlı görsellerine esir olurlarken hatayı kendimde arıyorum. Reyting terörüne kurban giden bir “Anadolu irfanı”ndan bahsediyorum. Beni en iyi siz anlarsınız.

Z kuşağı konusunda pek bir şeyler söyleyesim yok. Zannediyorum onlar teknolojinin “haşmetli” sırrını çözecekler. Doksan kuşağında yaşamış biri olarak onları eleştirmek için erkenci davranacağım kanaatindeyim. Eskidiğimi/eskidiğimizi daha da belirginleştirmeyelim.

Her yazının bir tezi olur. Haddim olmayarak ders sonu-klişe tasavvurlara geçmek istiyorum. Ben diyorum ki ekranla sayfaları harmanlayabilirsek bizim de muhabbet makamında hikâyelerimiz olur. Sayfalarda gezindikçe gözlerimiz “kaliteli-kalitesiz” ayırdımına varıp ekranlarda da seçici olabiliriz. Yarın ne izleyeceğimize dair yaptığımız planlara, yarın ne okuyacağımızı da eklersek zamanı daha dolu dolu yaşarız. Mesela daha çok şiir okursak ekranlarda daha çok şair görürüz. Kuracağımız cümlelere bir nahiflik sirayet eder. Daha çok roman okursak bu bilinç bizi bir izleyici olarak etkiler. Bu etki yapımları etkiler ve melodrama-kaosa-paçozlaşmaya çabalayan dizilerden feragat ederiz. Arz-talep dengesi kültürel açıdan müspet bir yol izler. Okumak bilinçlenmeyi, bilinçlenmek kaliteyi doğurur.

Victor Hugo, “Bugünün ütopyası, yarının gerçeğidir.” der. Biz, sayfalara gömülenler bir ütopyanın peşindeyiz. Okumayı-okutmayı şiar edinen bir nesil… Gerçekleşir mi? Belki… “Belki”si bile güzel… Sahi, yarın ne izleyeceksiniz / okuyacaksınız?