Yüzünü hiç görmedim, sesini hiç duymadım. Ama insana yaraşır bir hayatı talep etmenin, bu yolda gayret etmenin temellerini O öğretti. Hem de en latif ve hakikatli biçimde.
Sobanın kenarındaki divanda oturduğumda, ayaklarım henüz yere değmez, sırtımı bir türlü divanın arkalığına dayamaya yetiştiremez, büyüklere özenip de bunlardan birini yapmaya çalıştığımda tespih böceği gibi yuvarlanıverdiğim yıllardaki o vakitler, sobada kızaran kestanelerin soyularak, önce benim avucuma konulması adettendir. İşte o vakitlerin birinde dedeciğimden dinlemiştim:
“Bir gün Nasreddin Hoca, pazara giderken çocuklar etrafını sarıp, ‘Bize düdük alır mısın Hoca?’ demişler. Hoca, alırım demiş; ama çocuklardan sadece biri Nasrettin Hoca’ya düdüğü alması için para vermiş. Hoca yola koyulmuş; yol uzun, pazar yeri uzak, çocuklarda bir heyecan, düdük gelecek diye bekleyerek yol gözlüyorlar. Hoca, eşeğinin sırtında uzaktan görününce, çocuklar koşup yine etrafını sarmış; ama heyhat sadece tek bir düdük gelmiş, o da parayı verene. Hoca, öğretmiş düdüğü, parasını verenin çalabileceğini.”
Son oldu! Bir daha soyulmuş kestanelere avucumu açıp uzatmadım. Onları bıçakla çizerken bazen elimi kestim, pişirirken elimi yaktım; ama böyle hem daha lezzetli olduğunu hem de artık yerinden kalkamayan anneannem için pişirip ona yedirebilmenin bana daha hoş geldiğini öğrendim.
Ortaokul ve lise yıllarım Dante’nin “La Divina Commedia”sını ve İbn-i Sina’nın “El- Kanun Fi’t -Tıb” kitabını Latincesinden okumak ve Türkçeye / İtalyancaya tercümeye çalışarak geçti. Bu nedenle edebiyat hocalarıma hayrandım ve onlarla uzun vakitler bir arada olabilen şanslı gençlerden biriydim.
Aman Allah’ım ne yazdım ben böyle! Gençtim… Bu yaşta benim bile inanasım gelmiyor ya; hayatımda gençlik denen bir dönemden geçtiğime… Ufukta sisler ardında bir anlığına parlayıp kaybolan bir yıldız gibi gençliğim… İşte o yıllarda edebiyat öğretmenimden dinlemiştim:
“Bir gün Nasreddin Hoca’ya okuması için Acemce bir mektup getirirler. Hoca, lafı hiç evirip çevirmeden ‘Acemce bilmem, ben bunu okuyamam.’ der. Mektubu getirenler, Hoca’yı ‘Kocaman kavuğu başına geçirmişsin, bir mektubu bile okuyamıyorsun. Nasıl hocasın sen? Utanmıyor musun? Kavuğundan utan!’ diye paylarlar. Hoca durur mu, kavuğunu hemen çıkarır kendini paylayan adamın başına koyar: ‘Kavukla okunuyorsa, sen oku da bir görelim!’ der.”
Anladım ki, koskoca kâinatın, sebep-sonuç ilişkisi esası üzerine kurulu olduğunu anlamaz isem, hangi sebeplerin hangi sonuçları doğurduğunu kavrayamazsam, “bilmek-bilgi-bilim” nedir sorgulamazsam, zahiri hakikat zanneder, âlemi kendime güldürürüm. Öğrendim ki, Hoca Nasreddin, büyük Türk bilgesi, düşüncenin en temel ilkelerini, felsefeyi, ancak zeka sahiplerine anlaması kısmet olan mizahı, değer bilgisini, ahlaklı ve onurlu insan – ahlaklı ve onurlu toplum inşası için bizlere sadelikle sunuyor.
İlkokulda yaz tatillerinde, ecdadımızın bizlere bir kültür ve sanat abidesi olarak emanet ettiği, mimarisine ve mimarına hem merak hem de hayret dolu bir hayranlık duyduğumuz camilerde Kur’an kurslarına giderdik. Kurs tamam olunca, büyüklerimiz avluda kimseyi rahatsız etmeden oynamamıza bazen de sohbetlerine katılmamıza izin verirlerdi. Çınar ağaçları ve erguvan çiçekleri ile bezeli avluda malayaniden uzak bazen edebiyat bazen hatıraların konuşulduğu o doyumsuz sohbetlerden birinde komşu teyzelerden biri anlatırken duymuştum:
“Bir gün Nasreddin Hoca, vaaz etmek üzere kürsüye çıkar. Kendisine göre bazı meseleleri dile getirir. Ama bir an gelir söyleyecek söz bulamaz ve cemaate şöyle der:
– Bugün size çok faydalı şeyler söyleyecektim; ama nedense aklıma hiçbir şey gelmiyor! O zaman, cemaatin içinde oturan oğlu babasına seslenir:
– Baba, kürsüden inmek de mi hatırına gelmiyor?
Bunun üzerine Hoca, derhal kendine gelir, topluma karşı olan sorumluluklarını hatırlar, cemaatin huzurunu bozmamak için derhal aşağı iner.”
Valla ne diyeyim? Gerçi ben anladım “toplumda sorumluluk-vazife yüklenen kişilerin başarısız duruma düştüklerinde, kendiliklerinden ya da küçük bir ikazla çekilmeleri gerektiğini.” Anlamasına anladım amma… Çok şükür ben hiç düşmekten korkacağım yükseklerde oturmadım ki.
Ben, durduğum yerden sadece, koca yürekleri taşıyanların, ayaklarının toprağa, canları hiç incitmeden nasıl bastığını seyretmekteyim.