Cennet; içine kapanık, tek dünyası kitaplar olan; saf, temiz kalpli bir kızdı. Bir gün evinin işini bitirmiş, kahvesini almış, kitabıyla baş başa kalmak istemişti yine. Dışarıda güzel bir bahar havası vardı. Evlerinin balkonunda yeni hikâyeler okuyor, yeni dünyaları keşfe çıkıyordu. Tam yeni dünyaları keşfederken, güzel bir saz sesi duydu. Sesin geldiği yöne doğru gitti. Odasının camının altından geliyordu o büyüleyici saz sesi. Oldukça etkileyici bir türkü çalınıp söyleniyordu. Cennet, camın önüne oturmuş, şarkı söyleyen genç adamı dinlemeye başlamıştı.
Artık her gün geliyordu bu genç adam aynı yere. Cennet, bu adamdan etkilenmeye başladı. Ancak tek bir soru vardı aklında: Sese mi âşık olmuştu, adama mı? Her gün gelen genç adamın sesine çok alışmıştı, onunla konuşmak istiyordu. Camdan konuşmanın mümkün olmayacağını fark etti. Bir çözüm bulmalıydı. Kendini sanata verecekti ve genç adamla konuşacaktı. Kısa bir araştırmadan sonra keman alıp çalabileceğini düşündü. Hemen alışverişe çıkan Cennet, kendisine bir keman aldı. İlk önce evde çalışmalara başladı. Ancak tek başına olmuyordu. Her akşam gelen genç adam, acaba keman çalmasına da yardım edebilir miydi?
Bir gün genç adam, saz çalarken Cennet aşağı indi. Genç adam, karşısında güzel kız Cennet’i görünce şaşırmıştı. Türküsü bitince bir süre bakıştılar. Cennet, “Bu kadar güzel ve etkileyici nasıl çalabiliyorsunuz?” diye sordu. Bir tebessüm ile cevap verdi genç adam: “Gönül teline vuruyorum. Hissediyorum sazımı çalarken, sözlerin anlatmak istediğini, anlattıkları aşkı ben de tellere vurarak hissettirmeye çalışıyorum.”
Cennet, bu cümlesinden çok etkilenmişti. “Çok güzel ve böyle çalabilmeyi ben de çok isterim. Peki bir şey rica etsem, ben de kemanımı yeni aldım, yardım etmek istersen senin kadar güzel çalmayı çok isterim.” dedi. Bu teklif hoşuna gitmişti genç adamın. İlk randevu yerlerini belirlemişlerdi hemencecik. Atatürk Parkı’na gideceklerdi.
Ve o güzel gün gelmişti. Cennet kemanıyla genç adam da sazıyla buluştular parkta. Genç adam çalıyor, Cennet onu seyrediyordu. İlk dersleri çok güzel geçmişti. Ders çıkışı beraber yemek yediler. Cennet, tebessüm ederek “Bu arada heyecandan ismini soramadım.” dedi. Genç adam, “Tunur benim ismim; seninki nedir?” dedi. Cennet, hafif kekeleyerek: “Ce Cennet benim adım!” Genç adam, “Hakkını veriyorsun isminin, güzel kız!” dedi.
O gün, ikinci buluşmayı aynı yerde, yine Atatürk Parkı diye kararlaştırdılar. Cennet’in ayakları yere basmıyordu. Bu galiba aşktı; evet Cennet bu adama âşık olmuştu. İkinci buluşmaya kadar Cennet, elinden bırakmadı kemanını. Bu adam kemana bile âşık etmişti Cennet’i. İkinci buluşma saati yaklaşıyordu. Cennet, her buluşmada daha fazla özen göstermeye başlıyor ve kemanı ile uyumlu giyiniyordu. Yeşillikte daha alımlı ve göze çarpıyordu Cennet. Tunur, “Hoş geldin, ne içersin?” dedi. İki küçük vişne suyu aldılar. Başladılar derse. Tunur, “Bayağı çalışmışa benziyorsun, güzel çalıyorsun.” dedi. Tunur da etkileniyordu ondan.
Gün geçtikçe buluşmaları artıyordu. Sohbetleri sıklaşıyordu. İkisi de âşık olmuştu. Parkta keman ve saz çalıyorlardı. Cennet, artık buluşmalara kendi elleriyle pastalar, börekler yapıyordu. Bu duyguyu ilk kez yaşıyordu ve çok mutluydu. İkisi de biri açılsın diye bekliyordu. Tunur, âşık olduğu sazını almış eline, artık daha iyi çalan Cennet de kemanını, beraber hem söyleyip hem çalıyorlardı.
Artık ikisine de zor geliyordu böyle arkadaş gibi uzak olmak. İkisi de sevdiklerini, âşık olduklarını söylemek istiyorlardı. Akşam olmuş, ayrılma vakti gelmişti. Cennet, heyecanla evinin yolunu tuttu ve bir karar aldı. Bundan sonra söyleyecekti sevdiğini.
O gece düşünceli şekilde koydu başını yastığına. İlk onu gördüğü andan bugüne kadar düşündü. İçinden şunlar geçiyordu: “Sen güldüğün zaman hain bir ağrı saplanırdı karnıma. Bedenimi kıvrandırır, vücudumu aniden kilitlerdi. Ne yapacağını şaşıran beynim, büyük bir telaşın esiri olurdu o sıralarda. Elim kolum bir anda fazla gelir, sarsakça hareketlerle kendimi rezil ederdim. Bunlardan birine şahit olduğun zaman ilk defa duymuştum gülüşünü. Kulaklarım, bir şiirin en güzel mısrasını işitir gibi gıdıklanmış, aptal bir gülüş dudaklarımı boyamıştı. Gülüşün, bedenimi kıvrandıran ağrıyı destekler, tarif edilmez bir biçimde daha beter olurdum. Hayır, bu karnımda kelebeklerin uçması falan değildi. Bu klişe bir tabirdi. Oysa sen klişelikten en uzak adamdın benim için. Dudakların kıpırdadığında, eş zamanlı olarak gözlerim kanatlarını çırpardı. Yüzünün her milimini kazığım kalbim, neden dudaklarına gelince bir anda yerinden oynuyordu sanki? Kaşlarını çattığında, bende çatıyordum benimkileri. Seni sinirlendiren her ne ise bir anda yok etmek istiyordum. Sonra düşüncenin saçmalığı doğrultusunda kendi kendime kahkaha atmadan edemiyordum. Gülüşünü her gördüğümde benimki ritmini bozuyor. Ya gözlerin? İçine gömdüğü mavi deniz, derinliklerine sürüklercesine çekiyordu beni. Korkmuyordum boğulmaktan. Varsın boğulacaksam eğer, ruhum seninkine teslim olmaktan şikâyetçi olmazdı. Peki ya sen sevdiğim? Şikâyet eder miydin benden? Eh, cevabın bir önemi yok aslında. Nasıl olsa her daim burada olacaktı ruhum.”
Aklından geçenleri söylemek için buluşma günü gelmişti. Bu sefer farklı özendi kendine, sevdiğine âşık olduğunu söyleyecekti. Keman ile sazı da aldılar yanlarına. İkisi de bizi buluşturan bu güzel iki enstrüman da şahit olsun istiyorlardı. Buluştular; ilk önce güzel şarkılarla başladılar, gülüştüler ve ikisi aynı anda “Sana bir şey söyleyeceğim.” diye söze girdiler. Gülüştüler. Bayanlar önden diye başladı Cennet. Dün aklından geçen her şeyi kelimesi kelimesine söyledi. Tunur’un gözleri doldu: “Duygularım, seninkinden eksik değil; ama gün geçtikçe artıyor. Hep benimle ol, keman çalan Cennet’im!” dedi.
*Nevşehir Hacı Bektaşî Veli Üniversitesi Tıbbi Dokümantasyon ve Sekreterlik Bölümü Öğrencisi