1 Ekim 1999, günlerden Cuma. Yazdan kalma günlerin son sıcaklığında indim minibüsten Büyük Caminin önüne. Burası, minibüse yolcu toplayan çığırtkanın söylemiyle Maden, gerçek ismiyle Akdağmadeni… Henüz Cuma namazı bitmemişti. Birlikte geldiğim minibüs şoförü biraz beklersen seni köyün muhtarıyla tanıştırayım demişti. İşte o an başlamıştı benim bu şehri ve insanları sevmeye başlamam. Beraber on-on beş dakika bekledikten sonra, selamlaşma faslıyla beraber şoför, birliğine yeni teslim olacak asker edasıyla bizi muhtara teslim etmişti elimizde valizle…
Hayatın yeni bir dönemine ilk sayfa açılıyordu. Hüznün, heyecanın ve şaşkınlığın hangisine sarılacağını bilemeyen duygular yüreğimde amansızca esiyordu. Henüz hazır mıydım lider olmaya, yönetmeye, yol gösterici olmaya, bilemiyordum; ama şunu çok iyi biliyordum ki, artık mum gibi yanmanın vakti gelmişti.
Muhtarın minibüsüyle devam eden yolculuğumuz, köy içerisinde ilerlerken önde giden birisine korna basılmasıyla duraksadı. Muhtar, “Müjde hoca! Senin yerine gelen arkadaşı getirdim.” dedi ya! Hocanın yüzünde teskeresi on gün önceden eline uzatılmış asker sevincini aratmayacak bir sevinç belirdi dudak kıvrımlarında. (O dudak kıvrımlarının tarifini beş sene sonra benim yerime gelen öğretmen arkadaşı görünce bende de belirdi de onun için adını koyabiliyorum.) Belli etmemeye çalışıyordu, ne de olsa buralara emek vermişti, hayatının bir kesitini burada bırakıp gidecekti. Belki de hüzünle sevincin karışımıydı bu… Bazen bir bitiş bir başlangıcın ilk adımı olur ya. Benim için ilk gün Ziya Hoca için son gündü.
Adını memleketimde Davlumbaz olarak söyledikleri Davulbaz köyüydü serüvenin başlangıç sayfasının başlığı. Lider olmak dedik ya, henüz yirmi dört yaşında, köyde liderliğe soyunmak çok ağır ve mecburi. İşte böyle başladı bizim serüven. Adım adım ilerlerken hayatın tozlu yollarında, ilmek ilmek işleniyordu hayat gergefindeki kişilik mücadelemiz. Hayat ne kadar ağır ve çetin, yollardan seni sonuca adım adım götürürse o kadar sağlam durabiliyorsun her şartta.
Ben bu şehri, bu şehrin havasını, suyunu, toprağını, ormanını ve bilakis bu şehrin insanlarını çok sevdim. Öylesine sevdim ki hayatımın en dinamik yıllarını, hayat enerjimi, yüreğimin coşkusunu, başımdaki saçların siyahını “Gerçi saç demişken saçları feda ettik.” ve hayatımın en’lerini bıraktım bu şehre… Bu çorak topraklarda benim de bir gül ağacım olur diye hep yüreğimin gözyaşlarını damlattım fidanlara. Gün oldu o fidanlar karşımıza bizimle aynı mesleği yapar hale geldiler ya… İşte dedim, mutluluğun resmi bu olsa gerek…
Bu şehirde eğitimin neferleri olarak yön vermek için çaba sarf ederken hiçbir güçlüğe ve engele takılmadan… Ne olduysa öyle bir rüzgar esti ki yüreklere, en sıcak odacıklarına buz kristalleri bırakan… Heyhat! Anlamsız bir çabadasın amansız ve soğuk esen kutup rüzgarı…
Bu şehirde bırakacağım en güzel anılarımı, dostlarımı, en acı , en tatlı günlerimi, en dibi ve en zirveyi gördüğüm anları…. Şimdi bakıyorum on altı yılda neleri bıraktım, neleri yanımda götürüyorum. Hesabım biraz zayıftır; ama kendimi götürüp ismimi buraya bırakıyorum.
Sizlerin gözünde belki bir yabancı daha memleketine gidiyor; ama ben şehrimden ayrılıyorum.