loader image

Bir Seher Vaktinde İndim Bağlara

Gözleri dünya güzeli. Yumuk yumuk gözleri, pamuk gibi elleri var. Konuşurken burnundan ve genizli konuşur. Az laf, çok iş hayatının özetidir adeta. Köyde herkes ona Esme Eci diyor. Eci mi? Eci ne demek yahu! Herhalde Teyze demek istiyorlar. Kurban olduğum köyümün lafı da değişik sözü de. Doğduğum şehir Ankara’da kelimeler başka, köyüm İnkışla’da bir başka.

Burada sadece kelimeler başka değil; hayat da başka. Zaman su gibi akıp gidiyor. Sabahın seherinde Esme Ebe’m yattığım sıcacık yatağımdan er vakitte uyandırıyor beni. Bilmiyor ki biz şehir yerinde geç yatıyor, geç kalkıyoruz. Ne iş ne güçte gözümüz var. Vir yiyim, ört yatıyım misali.

Hadi guzum gah, gün doğmadan varak bağa bahçaya bostana. Gün doğduktan sonra kim nitsin suyu, suluğu. Bağa bahçaya bostana er gidecen er gelecen. Gün doğarsa suyun faydası olmaz sebzeye, derdi her iki güne bir. Dediği kadar da varmış, yok değilmiş hani.

Neyse…

Hisarbey köyünün girişinden şöyle tam sola döndüğün zaman İnkışla’nın arazisi başlar. Sol kolda ekin, arazi, toprak; sağ kolda ise bostanlar sıra sıra dizilmiş. Esme Ebe’me buranın adını sordum, ay evladım buraya Armutlu derik biz, deyiverdi. Bostanlar inci gibi dizilmiş altlı üstlü. İçinde soğan, hıyar, domates, nane, maydanoz, yeşil biber, sivri biber, taze fasulye…

Meyve yok mu bellediniz. Yahu mübarekler, adı Armutlu olan yerde armut da ne imiş efendim. Armudun yanında incir, erik, ekşi elma, ayva… Maşallah, Allah beti bereketi, verimli toprağı buraya vermiş sanki.

Sene 1987 ya da 1988. Köyde bir tane ev telefonu var. O da Mahmut Emmi’min evinde. Ev uzak değil; yakın yerde. Köy zaten küçük. Elli hane belki var belki yok. Köyde herkes birbirinin hısımı, akrabası. Mahmut Emmi’m sağ o zaman. Ceketini sırtına atar da gezer köyde. Az söz söyler, çok fikir eder. Ben Emmim diyorum; ama esasen babamın emmisi. Gözleri ışık saçıyor. Hafızam iyi. Ela gözleri vardı. Karısı Hanımkız Eci, sevecendi. Yanına varınca evvela gözümü öper, sonra saçlarımı okşardı. Sevgiyi ta küçüklükten gördüm. Görmedim desem yalan söylerim.

Yine çenem düştü, ne diyordum en son. Hah, hatırladım. Yaz geldi geçiyor. Köyde sıcak hava kalmadı. Evvela akşamları serinledi, sonra gündüz de sıcaklar aldı başını gitti. Bu bir şeyin habercisi idi. Artık temiz havadan, horoz sesinden, sabahın seherinde koşa koşa bostana gitmekten, ebemin dizinin dibinden, Mustafa Dedemin derin sohbetinden ayrılık vakti geliyordu.

Bir gün Hanımkız Eci’m köyün içinde beni arıyormuş. Haberim oldu, kopa kopa vardım evlerine. Seslendim, çağırdım. Cevap veren olmadı. Köyün meydanına doğru giderken önüme çıktı köşe başından. Yine sardı sarmaladı, kuzum dedi. Öptü kokladı. Halis telefon etti, mektepler açılacakmış şehir yerinde. Yaz gayri bitiyor yavrum, dedi. Sen iyisi mi valizini hazırla. Yakın zamanda ya baban ya da Ayhan Emmin gelecekmiş, seni alıp götürecekmiş dedi.

Sevineyim mi, üzüleyim mi, bilemedim. Bir yanım mutlu, mesut; bir yanım ıssız, sessiz. Canım anamı özledim. Gitsem iyi olacak; ama burada bir sürü eşim, dostum, hatıram var. Koyup gitmek de zor gelecek. Hele şu Tatar gözlü Esme Ebe’me hiç dayanamıyorum. Nasıl özlerim ben onu.

Neyse, ne diyor Tercan türküsünde:

Bir seher vaktinde indim bağlara
Öter şeyda bülbül gül yârelenir
Bakmaz mısın şu sinemde dağlara
(Bakmaz mısın sinemdeki dağlara)
Derdim söylesem dil yârelenir