Elimde, Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul’un “Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar” adlı kitabı var. Truva Yayınları arasında, 2005 yılında yayınlanmış. Oldukça sade, akıcı ve sürükleyici bir dille kaleme alınmış. Kitap, ünlü Tarihçi-Yazar Cemal Kutay’ın kısa ve anlamlı bir önsözü ile başlıyor. Kutay, önsözde kitabın yazarı Yurdakul Yurdakul ile ilgili şunları söylüyor:
“Yurdakul sözcüğü tek başına olduğunda bir özlem ifade eder. Benim için ‘Yurdakul’ sözcüğü Halil Nuri Yurdakul olunca gerçek anlamını bulur. Çünkü şu an bir vatandaş ismi olmanın yanında 19 yaşında bıyıkları henüz terlemiş bir gencin kişiliğinde, vatana ‘kul olma’nın hayat hikayesidir. Bu kitaptaki Atatürk anılarını derleyen de o Halil Nuri Yurdakul’un oğludur. Ve babası ona Yurdakul olmayı hem özad hem de soyadı olarak vermiştir.
Halil Nuri Yurdakul, Mondoros’tan sonra Anadolu’da kendi irade ve tercihiyle vatanın elde kalan bölümlerini korumak için toplananların en genci ve en erken karar verenlerindendi. 20. Kolordu ve Kuva-yı Milliye ilk umum kumadanı olan Ali Fuat Cebesoy, anılarında ondan; ‘Şahsını daha sonra tanıdığım ve ilk karşılaşmamda çocuk yaşında bulduğum, harbiyenin ilk sınıfından ayrılmış ve etrafına topladığı bir avuç yurtseverle kurduğu kuvvetle gerilla savaşını ilk tatbik eden bu genç adamdan aldığım, düşmanın ilerleyişine karşı koymanın safhalarını dinlemiştim. Kendisiyle, O Niğde Milletvekili, ben İstanbul Milletvekili olarak 1950 Millet Meclisi’nde buluştuğumuzda, o günleri heyecanla yad etmiştik.’ der.
Oğlu, ünlü Hekim Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul’un babası ve babasının arkadaşlarından derlediği bu kitapta sanıyorum ki, ‘Mustafa Kemal-devri-kişileri’ için çoğunlukla ilk defa okuduğunuz, söylenecek anekdotlar, anılar, olaylar bulacaksınız. Bunların tümü yaşanılmış gerçeklerin belleklerde hatırlanabilecek ve belki de yadırganacak olaylardır. Bu ‘yadırgama’ya şaşmıyorum; ama şuna inanıyorum ki, anlatılan olaylar ve kişileri 1998 Türkiye’sinde efsane sayılacaktır. Cumhuriyetimiz de, böylesine efsane sayılacak yiğitlik, cesaret, öngörülülük terkibi değil midir?”
Şimdi lafı fazla uzatmadan; Yurdakul Yurdakul’un, İstiklal Mücadelesinin meşhur şahsiyetlerinden olan Muzaffer Kılıç’tan dinleyerek kitabına aldığı, Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili üç anıyı okuyalım:
Samsun Yolculuğu ve Samsun’a Varış
Galata rıhtımından, 16 Mayıs günü akşamüzeri kalkan bir motorla Bandırma vapuruna geldik. Vapur, Kızkulesi açıklarında demir atmış bizi bekliyordu. Hemen hareket ettik.
Karadeniz’de müthiş bir dalga vardı. Vapurumuz, denizde fındık kabuğu gibi sallanıyordu. Bizleri deniz tutmuştu. Boyuna kusuyorduk. Kamaramızdan çıkamaz hale gelmiştik. Deniz biraz durulunca güverteye çıkıyor, biraz hava alıyorduk. O zaman Atatürk de kaptan köşküne çıkıyor kaptana emirler veriyordu.
18 Mayıs günü, öğleye doğru Sinop’a gelindi. Deniz biraz sakinleşmişti. Sinop açıklarında vapurumuz demirledi. Atatürk, Samsun’da ordu müfettişi olarak gösterişli bir karşılama yapılsın istiyordu. Bu ilgiyi kendisi için istemiyordu; fakat hem dış güçlere karşı bir gözdağı olur, hem de morali bozulmuş halk üzerinde etkileyici bir rol oynar düşüncesindeydi. Çünkü Samsun’da bile bir İngiliz kontrol birliği yerleşmiş; yöredeki bütün milli hareketleri kontrol ediyor ve gerekli önlemleri Osmanlı hükümetine aldırıyordu. Bu nedenle, gemiye istenen bir sandalla sahile çıkıp telgrafhaneden, Samsun Tümen Komutanlığı’na, Samsun’a gelmekte olduğumuzu bildiren bir telgraf çektik. Bazı ihtiyaçları da alarak gemiye geri döndük. Hemen hareket edildi.*
Fakat denize açılınca vapur yine sallanmaya başladı. Hepimiz sarhoş gibiydik. “Allah’ım, sahile hayırlısı ile bir çıksak!” diye dua ediyorduk. Nihayet 19 Mayıs 1919 günü sabah saat altı sularında gün ağarırken Samsun görüldü. Deniz de iyice sakinleşmişti. İnmek için hazırlıklara başladık. Hepimiz perişandık. Sağ salim karaya çıkacağımız için Allah’a şükrediyorduk.
Bir ara vapurun güvertesine göz attım. Bir de baktım ki, Atatürk tıraş olup, tertemiz paşa elbiselerini giyinmişler; sapasağlam ve dipdiri, bir heykel gibi, bir kuvvet ilahı gibi elleri arkalarında Samsun’a bakmıyorlar mı?
Sanki fındık kabuğu gibi üç gündür sallanan bu vapurla o yolculuğu yapmamışlardı. Ben, onu görünce halimizden utandım. Çünkü Atatürk de bir kara subayı idi. Kendileriyle ta Halep’ten beri beraberdim. Belki de, on defa açık denizde yolculuk yapmamışlardı. Hemen kamaralarımıza koşarak kendimize çeki düzen verdik. Tıraş olup, kılık kıyafetimizi Atatürk’e uyacak şekilde düzelttik. Sonra küçük bir sandalla sahile çıktık.
Sahilde bizi, derme çatma bir bando ve oradan buradan toplanan derme çatma küçük bir askeri birlik ve halk karşıladı. Sahile çıkar çıkmaz, emrindeki bütün askeri birlik ve idare amirliklere telgraf çektirerek, son askeri durum hakkında acele rapor ve bilgi vermelerini emrettiler.
Ertesi gün, İzmir’in işgali nedeniyle Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya, “İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali; yakından ilgilendiğim ordu mensuplarını ve milleti düşünülmeyecek derecede üzmüştür. Bu gibi hareketleri kesinlikle kabul etmeyeceklerdir.” diye bir telgraf çekmişlerdir.
Ankara’ya İlk Geliş
Atatürk ve beraberindeki Heyet-i Temsiliye üyelerinin bazıları ve biz yaverler, 19 Aralık 1919’da Sivas’tan Kayseri’ye on dört kişiyle hareket ettik. Şoför Balıkesirli Mehmet’in kullandığı birinci arabaya Atatürk, Dr. Refik (Saydam), Cevat Abbas (Yaver), Ahmet Rüstem ve ben (Yaver Muzaffer Kılıç) binmiştik. İkinci arabada Rauf Bey (Orbay), Yüzbaşı Hüsrev (Gerede), Yarbay Kazım (Dirik), Yaver Hayati vardı. Üçüncü arabaya; Recep Zühtü, Hoca Feyzullah Efendi, Yaver Bedri ve Ali Çavuş binmişlerdi. Bir gün Kayseri’de kalındı. Atatürk şehir ileri gelenleriyle son durum hakkında bir görüşme yaptı. Ertesi gün Mucur’a, oradan da Hacıbektaş’a geçildi. Atatürk bir an önce Ankara’ya gelmek istiyordu.
Hem kış gelip yolların kapanmasından korkuyor, hem de Ankara’dan bütün yurda seslenmek daha kolay olur diye düşünüyorlardı. Oradan hemen Beynam Köyü’ne geçtik. Fakat yollar iyice karla kapanmaya başlayınca geri dönerek geceyi Kaman’da geçirdik. Ertesi günü sabah yola tekrar koyulduk. Arabalar dolma lastik tekerlekliydi.
Saatte en fazla 30-40 km hız yapabiliyordu. Her taraf donmuştu. 27 Aralık 1919’da Gölbaşı’na geldiğimizde bizi Ali Fuat Paşa ve Ankara Vali Vekili Yahya Galip ve maiyeti karşıladılar. Atatürk, Ali Fuat Paşa ile uzun uzun kucaklaşıp öpüştüler. Daha sonra yalnız ikisi Atatürk’ün arabasına binerek Dikmen Pınarına gelindi. Orada atlı seymenler ve etraftan gelen köylüler bizi karşılayıp, hoş geldiniz dediler. Sonra da Dikmen sırtlarından Ankara’ya yöneldik. Şimdi Genelkurmay Başkanlığı binası önünde bizi yine atlı seymenler ve kalabalık bir halk topluluğu davullar ve zurnalarla fevkalade coşkulu bir şekilde karşıladılar. Burada birçok da kurban kesildi. Daha sonra kendisi ve arkadaşlarına ayrılan Keçiören’deki Ziraat Okulu’na giderek odalarımıza yerleştik.
Kur’an Okuyana Saygı
Sakarya Harbi 22 gün 22 gece devam etmiş, tam deyimiyle kan gövdeyi götürmüş. Bu nedenle tarih kitapları Sakarya Harbi’ni en kanlı muharebelerden biri olarak yazmıştır.
Bu muharebe içinde, mermilerin üzerimizden geçtiği günlerden bir gün, Atatürk beni çadırlarına emrettiler. Çadıra koştum, Atatürk ayakta ve masada açılmış harita başında çok gergin ve sinirliydi. Çadıra girer girmez, bana hemen Fevzi Paşa’yı çağırmamı emrettiler. “Baş üzerine Paşam!” diyerek çıktım. Atıma atlayarak Fevzi Paşa’nın çadırına atımı yıldırım gibi sürdüm. Artık neredeyse düşman mermileri bizim çadırlarımıza düşecekti. O toz toprak arasında, Paşa’nın çadırına nefes nefese geldim. Ve hemen içeri daldım. İçeri girince bir de baktım ki, Fevzi Paşa arkaları kapıya, yüzleri kıbleye dönük, diz çökmüş vaziyette kendilerinden geçmiş ve vecd içinde yüksek sesle Kuran-ı Kerim okuyorlardı. Kendilerinden o kadar geçmişlerdi ki arkaları da kapıya dönük olduğundan benim içeri girdiğimi görmediler ve duymadılar bile.
Ben hiç ses çıkarmadan ağzımı elimle tutarak geri geri yavaşça çadırdan çıkıp, atıma atlayıp Ata’ya yıldırım gibi geldim. Geldim; ama attan inerken aklım başıma gelmişti. Ata’ya ne diyecektim. Emrine ne cevap verecektim. Fakat bunları düşünmeye zaman bile yoktu. Hemen Ata’nın çadırına daldım. Çadıra girdiğimde Ata hala ayakta ve açık harp krokisi önünde idi. Girer girmez, “Nerde Fevzi Paşa?” diye gürledi. “Paşam!” dedim; “Fevzi Paşa’nın çadırına gittiğimde, Fevzi Paşa Kuran-ı Kerim okuyorlardı. Beni görmediler, ben de hiçbir şey söylemeden geldim. Emrederseniz tekrar gidip emrinizi bildireyim.” dedim.
Atatürk şöyle bir durdu, “Bırak, Paşa Kur’an’ını okusun. Allah’ın izniyle biz düşmanı yeneceğiz. Rahatsız etmeyelim Paşamızı.” buyurdular.