Çeviren: Emine Bakar
Sürücü arabayı dışarı durdururken:
─Sizin söylediğiniz yer burası, dedi.
Arabanın içinden etrafa bakındım. Gözümün önünde birbirinden çok da uzak olmayan iki tane yeşil kümbetli bina ve onun etrafında uçmakta olan sayısız güvercinlerden ibaret manzara belirdi. Uzaktan görünmemişti. Binalara yaklaştığımda, onların ortasındaki ovanın da güvercinlerle dolu olduğunu gördüm. Güvercinler, etrafa toplanmış insanların serptiği tahılları toplayıp yiyorlardı.
─ Önceleri buraya “Güvercinli Mezarlık” derlerdi, dedi şoför, arkamdan gelerek. Şimdi ziyaretgâh olmuş. Şehirde meşhur bir âlim yaşamış. Köşedeki binanın yerinde çok zaman önce onun Kur’an okunan bir odası varmış.
Onun gösterdiği binanın önünde çok sayıda insan nöbetleşe içeri girip çıkıyordu.
─ Her gün buraya yüzlerce insan ziyarete gelir, diyerek devam etti şoför. Onların içinde şifa isteyen hastalar, uzun zamandır çocuk sahibi olamayanlar, vefat eden yakınlarına dua isteyenler, ailesi için bolluk bereket dileyenlere rastlanır. Onlar, bu Kur’an odasına girip Hocaya Kur’an okuturlar. Avluda gezinip işte şu güvercinlere yem serperler. Arka taraftaki mezarlığa gidip evliyanın kabrini ziyaret ederler.
Ben onu dikkatle dinlesem de, açıkçası gözlerim ve bütün ilgim ayakaltında yem toplayıp gökyüzünde sürü halinde uçmakta olan güvercinlerdeydi. Onlar aynı babamın albümünde tasvirlendiği gibi; siyah-beyaz ve külrengi, birbirinden narin ve tertemiz, insana manalı bakan ve biraz ürkektiler.
─ Ben arabada olacağım, dedi şoför, biraz ilerleyip arabasına doğru gitmeye hazırlanırken. Dolaştıktan sonra çıkarsınız. Güz havasına alerjim olmasaydı size yoldaşlık ederdim. Şanssız günümdeyim. Güzün dışarıda çok durduğum vakit sürekli hapşırıyorum.
O hapşura hapşura arabasına doğru giderken, yerdeki tahılları toplayıp yemekle meşgul olan güvercinlere yaklaştım. Yerde yeterli yem kalmamıştı, bu yüzden çoğuna yem yetmiyor birbiriyle yem kavgasına tutuşuyorlardı. Bu durumda tıpkı insanlarda olduğu gibi onların da zayıf grubu dışarıda kalıyor, sadece daha çevik olanların şansı dönüyordu.
Ziyaretgâhın dışında bir deri bir kemik kalmış yaşlı bir kadın yem satıyordu. Başta görmemiştim. İnsanlar onun önündeki plastik torbada yem satın alıp geliyorlardı. Bunu görünce ben de gidip ondan çokça yem satın aldım. Önüme arkama bakmadan yem serptiğimi gören güvercinler etrafımı sardı. Gökyüzünde uçanlar da aşağı inip onların arasına karıştı. Bir anda sayısız güvercin ortasında kaldım. Onların bazıları korkuyu unutup yem alabilmek için elimi yumuşakça gagalarken, bazıları sırada sıkıştıkları için ayakkabımın üzerine kadar çıkarak mücadele ediyordu.
Çok geçmeden elimdeki poşet boşaldı. Yoruldum ve dışarıdaki bir oturağa oturdum. Arkamda mezarlık vardı. Ziyaretgâh ve mezarlık uzun bir duvarla ayrılmış, pişmiş tuğlalı duvarlar arasından açılan pencereli eyerlerden eski mezarlık açıkça göze çarpıyordu. Tahminimce, onun yanında mescit de vardı. Malumdur ki, kimilerinin çıktığı yüksek kümbet üzerinde bakırdan yapılmış yarım ay resmi doğuya doğru eğimli gibi duruyordu.
Oturağa oturmuş güvercinleri izlerken, fotoğraf makinemi alıp onların birkaç kez fotoğrafını çektim. Bu işi bitirdiğimde, çantamı açıp içinden babamın albümünü aldım. Albümde çizilen güvercinlerle etrafımdaki güvercinleri karşılaştırdım. Oradaki resimlerin altına yazılan not ve tarihleri tekrar gözden geçirdim. Her bir resmin altında bir not ve tarih yazıyordu. Mesela; altına “04.06.1995” tarihi yazılan külrengi güvercin resminin yanına “Kıymetlim, evladım bu gün birinci sınıfa başladı,” diye not düşülmüştü. Altına “02.11.2001” tarihi atılan beyaz güvercin resminin dışına “Gece pencereden gökyüzüne baktım, tıpkı seni görür gibi oldum pamuğum!” diye bir yazı vardı. Bu sefer onların içinde siyah-beyaz tombul bir güvercin çokça dikkatimi çekti. Babam onun altına “07.06.2006” senesini not düşmüş, yanına, “Bugün marketten çikolata almıştım, ambalajına güvercin resmi koyulmuş, o tıpkı sana benziyor pamuğum!” diye bir yazı eklemiş.
Demin şoförün bahsettiği âlimin Kur’an odasının önünde insan kalmayınca yerimden kalkıp oraya gittim. İçeride odanın başköşesinde minderin üzerinde başına sarık dolamış, saçı sakalına ak düşmüş Hoca oturuyor, onun karşısındaki yemyeşil, kadifeden yapılan orta sehpanın üstünde Kur’an ve tespih duruyordu.
─ Gelin, efendim, dedi Hoca, beni sıcak karşılayarak.
─ Babamın ruhuna bağışlamak için Kur’an okutmak istiyordum, dedim onun meraklı bakışlarını görünce.
Hoca Kur’an okumaya başladı. Onu dinlerken, çok geçmeden babam gözümün önüne geldi. Şikago’daki “Northwestern Memorial” kliniğinin onkoloji bölümünde geçen onun son günlerini aklımdan geçirdim. O zamanlar beyin kanseri, sebebiyle sayılı günleri kalmış, saçları tamamıyla dökülmüş, zayıflamış ve gözleri çökmüş şekilde yatakta yatarken, babamın yanında çoğunlukla ben kalıyordum. O daima benim elimi tutarak yatar, ona kaşıkla su ya da sıvı bir yemek verdiğimde, dudakları kuruyup gözlerini kırpıştırarak bana bakardı. Sürekli olarak bana bir şeyler söylemek ister; fakat konuşamadığı için kelimelere gücü yetmez, derin nefes aldığı zaman hırıldardı ancak.
Bir gün yine onun durumu kötüleşti. Onun yanından hiçbir yere kımıldamıyordum, duvara kurulan televizyonun kumandasını alıp hareket etmek için kanalları bir bir didikledim. Bir ara babam sağ kolunu kaldırıp televizyona bakarken feryat eder gibi alçak sesle hırıldadı. Televizyondaki kanalda güvercinleri gösteriyorlardı. İlk başta onun hırıltısından başka kanalı aç, dediğini anlamıştım. Başka bir kanal açmıştım, babam o an sinirlenip ellerini tekrar tekrar kımıldatmaya başladı. Bunun üzerine orada oturan annem:
─ Güvercinleri gösteren kanalı geri aç, dedi, babama yaklaşıp onu sakinleştirirken.
Kumandayla o kanala döndüm. Babam güvercinleri görünce, derhal sakinleşti. Fakat elleri ve annemin tuttuğu çenesi hâlâ titriyordu. Tutulmasa asılıp gidecekmiş gibi görünüyordu.
─ Ramazan, güvercinlerinizi mi özlediniz? dedi annem, onun çenesini sıkıca tutarken, gözlerinden bir şey okumak istercesine. Babamın gözlerinden yaşlar aktı, ona ne zamandır demek istiyordu. Bir iki kez ağzını birleştirdi; fakat yine hırıltıdan öte gidemedi.
Bence, baban güvercinlerini özlemiş, dedi annem bana dönerek. Bizim doğduğumuz Mergilan’da “Güvercinli Mezarlık” diye bir yer vardı. Babanın çocukluğu orada geçmiş, gençliği de. Orada sayısız güvercinler vardı. Baban onları canından çok sever, vaktinin çoğunu onlarla geçirirdi. Beni de alıp sık sık giderdi oraya. Gittiğimizde yem serpip güvercinlerin karnını doyururduk, onlara bakıp hayaller kurarken saatlerce orada otururduk.
Babam sessizce annemi dinliyordu. Bir onun kımıldayan ağzına, bir televizyondaki güvercinlere bakıyordu. Dinlerken, onun sözlerini az çok anlıyor ve ihtimal ki bu yüzden olsa gerek gözlerinden acı bir yaş durmadan akıyor, eliyle sürekli yatağın döşeğinin dışını kırıştırarak yerinden kalkmaya çabalıyordu.
Hoca tilavetini bitirirken, dua etmek için ellerini açtı. Ben de ona uydum. İkimiz de hafifçe yüzümüze sürdük elimizi.
─ Sorması ayıptır, dedi Hoca, ondan sonra bakışlarını bana çevirerek:
─ Oğlum misafire benziyorsunuz.
─ Amerika’dan geldim, dedim kendimi tanıtmak için. Ama Özbek’im. Annem babam burada doğmuşlar. Mergilan’da bir süre yaşayıp Glasnost ve Perestroyka yıllarında Amerika’ya göçmüşler.
─ Bağımsızlıktan önce göçmüşler yani, dedi düşünceli halde.
Onun huzurundan çıktığımda, gökyüzü kara bulutlarla kaplanmıştı. Onun rastladığı yerde kara bulutlar yüzüyordu. Kur’an odasının önündeki bir top çınarın sarı yaprakları esmekte olan rüzgârın etkisiyle durmadan ayakaltına dökülüyordu.
Yaprakları ezip geçiyorken, Şikago’da geçen çocukluğumu hatırladım. Babamın dediğine göre onlar Amerika’ya göçüp geldiği sıra ben annemin karnındaymışım. Babam çocuk yuvasında büyüdüğü için bana olan sevgisi çok başkaydı. Her tatil günü beni ya “ŞikagoBulls” basketbol camiasının oyunlarını izlemeye ya tabiat müzesine alıp giderdi. Sinemaya da çok giderdik. Geceleri beni masal ve hikâyeler anlatarak uyuturdu. İşten arta kalan zamanlarında, odasına çağırıp bana Özbek dilini ve satranç oynamayı öğretirdi. Öyle anlarda o, bana oldukça neşeli ve hayatından memnun bir insan gibi izlenim bırakırdı. Bununla birlikte çok da şakacıydı.
Hatta büyüdükten sonra da ıstırap, özlem ya da hicran gibi insanoğlunun çok yaşadığı hislerin herhangi birini bile onda görmemiştim. Doğrusu, bazı zamanlar “ŞikagoBulls” un oyununu izleyip tek başına eve döndüğümüzde ya da yaz akşamları veranda da çay içip oturduğumuzda, gökyüzünde kuş sürüleri ortaya çıksa tuhaflaşıp hüzünlenirdi. Bu o şekilde hemen olurdu ki o herhangi bir şaka ya da komik olayı anlatıyorken aniden dilsiz bir adam gibi sessizleşir ve onun ruh halinde meydana gelen ani değişim bu şekilde birkaç gün devam ederdi. Bazen babamı seher vaktinde pencereyi ardına kadar açmış, çok uzaklara bakıyorken görürdüm. O anda gökyüzünde kuşlar uçuyor olur, babam onların velvelesini işiterek, hareketlerini izlerdi.
O, elmas ticaretiyle uğraşan bir firmada çalışıyordu. İşinin çokluğundan genellikle evde de çalışırdı. Bazı geceler odasının kapısının aralığından gözleyerek onu izlerdim. Onun yüzündeki terleri silip çalıştığını görünce acırdım. O, haddinden çok fazla çalışırdı. Ama zaman zaman ara verir ve bu aralarda şu an benim elimde olan, bahsi geçen albümü elinden düşürmeden, elini çenesine dayayarak, kalemle bir şeyler yazardı. O albüme güvercinlerin resmini çizdiğini sonra anladım.
Onun vefatından sonra, her akşamüstü işte şu albümün sayfalarını gözden geçiririm. Odamdaki ışığın geç saate kadar sönmediğini görüp çoğu zaman annem de odama girer ve bana katılarak gözlerinde yaşla albüme bakardı. Oradaki güvercinlerin resminden çok her bir resmin altına not edilen yazılar ve seneler yüreğimi ezerdi. Onları okuduğumda geçmiş hatıraların yükünden kendimi eğilmiş bükülmüş gibi hisseder, neticede derdim iki üç kat artardı.
─ Bence baban, vatana geri dönmeyi istemişti, derdi annem işte bu gibi kederli anlarda. Güvercinleri göresi gelmiş.
Bir anda yağmur damlamaya başladı. Buranın ekimi de aynı Şikago’nunki gibiymiş. Ne zamandır bulutlu ve çok yağışlı. Yağmur yağmaya başlayınca, ziyaretgâha gelen insanlar orayı terk etmeye başladı. Onların gittiklerini görüp güvercinler tuhaf bir şekilde üzüldüler. Onlar tıpkı hiçbir şey anlamıyormuş gibi birbirlerine bakışıp yem serpip onları mükâfatlandıran insanların ardından düşünceli bir şekilde bakakaldılar.
Yağmur hızlanmaya başlayınca, nezle olmamak için ben de ziyaretgâhın doğu tarafında duran arabaya doğru koştum. Beni beklemekte olan şoförün gözü dalmıştı. Aniden kapıyı açmıştım, o ürpererek kuş uykusundan uyandı.
─ Çıktınız mı dedi, beni görünce, gözlerini ovuştururken. Yolda yağmur yine hızlandı. Arabanın silecekleri ona vuran yağmur damlalarını temizlemeye yetişemiyordu. Yağmurun hevesini görünce biraz endişelenerek güvercinleri düşündüm. Onlar yağmurun altında kaldılar, diye hüzünlendim. Biraz geçse, yağmurdan canlarını kurtaracak bir sığınak vardır diye kendimi sakinleştirdim. Ama bu uzun sürmedi. Sayısız, onca güvercin yağmurda nerede canını kurtaracaktı, sığınak bir yer de göremedim orada, diye başka bir düşünce bilinçaltımda dolaşmaya başladı.
─ Bir şeyinizi mi unuttunuz orada? dedi şoför bana dönerek. Arabayı geri döndürmesini rica etmiştim. Dönüp ziyaretgâha geldiğimizde aceleyle arabadan indim. Güvercinlerin meskenine dönüşen düzlüğe hızlı adımlarla gittim. Fakat orada güvercinler yoktu. Ne yerde ne gökte… Onlar nereye bilinmez, yok olmuş gibiydi. Ne yapacağımı bilemeden bir süre yağmurun altında durdum.
─ Bir şeyinizi mi unuttunuz?
Kur’an odasının kapısını kilitlemekte olan Hoca da bana şoförün sorduğu soruyu sordu.
─ Güvercinler nereye gittiler, dedim ona, şaşkınlıkla.
Hoca anlamıyormuş gibi bana katılarak etrafa bakındı.
─ Hiçbir yere gittikleri yok, dedi sonra sakince.
Kur’an odasının damına bakın. Orada onların yuvası var. Onlar orada. Kur’an odasının damına baktım. İlk önce yüzüm gözüm seçemedi. Belli bir süre geçtikten sonra, oradaki ince uzun geçidi gördüm. Geçidin etrafı örülmüş, içeriye ışık girmesi için birkaç tane küçük pencere açılmıştı. Pencereden güvercinler birbirinin bağrına sokulurken, başlarını çıkarıp dışarıda yağmakta olan yağmuru izliyorlardı.
─ Onların hepsi oraya sığıyor mu, dedim, endişemi bırakıp gönlüm rahatlarken. Yine yeniden kesinlik kazanması için Hocaya baktım.
─ Elbette, dedi o, yağmurun ıslattığı yüzünü mendiliyle silerken. Uzun yıllardan beri onlar orada bir aile gibi yaşıyorlar. Misafirhaneye döndüğümde üstüm başım ıslanıp suya batmıştı. Suya düşen bir kediden farkım kalmamıştı. Ana kapıdan girip geldiğimi gören, oradaki hizmetçilerden biri bana havlu uzattı. Havluyla temizlenirlerken Amerika’ya telefon etmek için oradaki nöbetçi işletme müdürüne emir verdim. O, derhal söylediğim rakamları yazıp annemin numarasını çevirdi.
─ Anne, dedim. Ahizeden annemin tanıdık sesi geldiğinde. Gidip babamın güvercinlerini gördüm. Onlar tıpkı albümde tasvir edildiği gibiymiş.
Annem bir şeyler demek istedi, ama sesi çıkmadı. Ahizeden onun ağlayışı işitiliyordu sadece…