Hava nasıl sıcak? Yakıcı değil boğucu. Sekiz dönüm bir tarla ve ortasında bir alıç ağacı. Ağaç yaşlı, dalları kuru, seyrek ve cılız. Güneşi iri iri süzüyor, gölgesi toprak üzerinde gözenek gözenek.
Anam, babam ve ben nohut yoluyoruz. Meralardan sonra bizim köyümüz şu ilerideki hatıllı çeşme tarafında, biz ise kıble taraftayız. Bu tarafta.
Küçük odunsu bitkinin meyveleri bu baklagiller, sarımsı nohutlar, mevsiminde olgunlaştı; erdi. Biz de gevremeden yolmaya başladık. Gevreyen nohut dökülür ziyan olur. Yolduğumuz dallı nohutları deste yapıyoruz olduğu yerde bırakıyoruz. Önümüzdeki arığı tarlanın diğer ucuna kadar takip ediyoruz ya da babamın “Gölgeye kim önce varacak?” sorusuna kadar yoluyoruz.
Bu bir yarış. Anacığım koyun yününü kirman ile eğirir, ip yapar, ipten yumak; yumaktan eldiven örer. Delinirse desenli yama yapar. Kışın kar yağınca giyerim. Islanırsa sobada kurutur kartopu oynamaya devam ederim.
Hem kim demiş yazın yün eldiven giyilmez diye? Ben giyerim.
Nohut bitkisi üzerinde tahminen dokuz dal, kırk baş nohut var; salkım üzüm gibi. Yün eldiven ile sökerim, kökü ile gelir toprağını silkelerim. Tuzlu nohut dalları dizlerimde de izler bırakır. Birkaç numara büyük lastik ayakkabılarım içine çorak ve kızmış toprak girer ayaklarımın yandığını hissederim. Bazen birkaç kabuklu nohudu ağzıma atarım ağzımın içinde dilim ile bayram şekeri gibi çeviririm zamanla yumuşar o umami tadı pek severim.
Babam, “Dinlenelim.” dedi. Hemen kıraç tarlada ağacın kıt gölgesine koştum, uzandım. Önce bir uçağı fark ediyorum ardında süzülen süt beyaz çizikler. Bulutlar şekil şekil sonra bisiklet, çoban köpeği ve çizme yapıyorum. Bakın şu bulut imamın oğlunun ranzasına benziyor. Döşeğim güzel; ama anam her sabah zor kaldırıyor yüklüğe.
O sırada azıktan ekşi yoğurt çıkıyor babam ayran yapacak anam da karpuzu diliyor. Peynir, haşhaşlı ekmek ve tahin helvası ile nasıl doyuruyorum karnımı? Acıkmışım. Bence en çok ben çalışmışım; çünkü en çok ben yedim.
Afyon-İzmir treni köyümüzün yanından geçiyor sesi geliyor. “Çuf çuf!” Babam, “Şimdi saat 10.00, akşam 07.00’de İzmir Şirinyer’e ulaşır.” diyor. Tren her gün 10.00’da buradan geçiyor. Raylar demirden hudut…
Hem nohutları satınca babam bana ya ranza alacakmış ya da İzmir’e ablamların yanına gezmeye gönderecekmiş. Belki ikisini de yapar.
“Çuf çuf!” El sallamamı istiyor anam sallıyorum; ama beni göremez ki trendekiler. Yün eldivenlerimi çıkarmadan ellerimi sallıyorum.
Ben tam beş kere daha el salladım ve biz o tarladaki dallı nohutları her gün tren İzmir’e varana dek yolduk. Bir sürü deste var tarlada köstebek yuvaları gibi görünüyorlar. Kuruyunca köye götüreceğiz.
Mirza Ata’nın traktörü ile tarlaya tekrar geldik. Irgatlar dirgen ile traktör kasasına desteleri atıyorlar, traktör kasası daha fazla alsın diye üzerinde desteleri çiğniyorum, birbirlerine yapışıyorlar. Babam: “Çok ezme kuru nohutlar dökülür.” diyor. Çok zevkli çiğniyorum en büyük korkum destelerin arasından yılanların ayağıma dolanması, onun yerine kuyrukları kopuk kertenkeleler ve zıplayan etli çekirgeler koşuyorlar sadece.
Harman yerine traktörle iki kez çiğnenmiş deste nohutları devirdik ve yığdık. Babam iki atımızı düvene koşmuş. Ağabeylerim nohut destelerini çember yapıyorlar babam, “Hadi gel!” diyor. Düvenin üzerinde babam ayakta atların dizginleri elinde düveni sürüyor. Arkasında ağır bir taş ve ben de varım sürekli dönüyoruz. Kulağıma çıt çıt sesler geliyor, nohut dalları düvenin altındaki yüzlerce keskin çakmak taşından kıyım kıyım kıyılıyorlar ve saptan çöpten ayrılıyorlar. Poyrazdan hafif bir yel esiyor. Nohuttan kalkan tozu babamın alnında boncuk boncuk terlere yapışmış olarak görüyorum. Esmer yüzünü kömür isi gibi gösteriyor sırtı bana dönük heybetli görünüyor.
Atların üzeri ve ayakları parlıyor, atlarımız çok semiz ve kuyruklarını salladıkça karasinekler yer değiştiriyor. Sağdaki atın alnında sakar var. Ben de adını “Sakar” koydum. Diğerinin adı “At”. Biz döndükçe atların kokusunu düvenin uğultusunu her şeyi düvenin üzerinde duyuyorum. Sürekli dönüyoruz. Babam hep ayakta benim başım dönüyor. Ağabeylerim yaba ile nohutları deşiyorlar ve savuruyorlar anam elek ile nohutları ayıklıyor. Elekten düşenler saman, elekte kalanlar nohut oluyor. Ham nohut suda bekletilip sobada kavrulunca leblebi gibi oluyor. Düven çok eğlenceli, her şey hareket ediyor. Kırlangıçlar zıplayan çekirgeleri sağlı sollu havadayken hızlıca kapıyorlar. Çünkü süzülüp geliyorlar.
Harmandan kalkıyoruz. Babam ranza almadı; çünkü kırmızı traktör alacakmışız. İzmir’e de göndermedi. Okullar açılacakmış. Yeni buzağımız oldu. Annem bidon bidon peynir yapacakmış ablamlara, ağabeylerime göndereceğiz. Belki o zaman gidebilirmişiz.
Düven, ambarın orada balçık duvara yaslı öylece duruyor. Kapı kadar büyük, bir yüzü düz diğer yüzünde yüzlerce çakmak taşı var. İki tane çakmak taşını söküyorum düvenden; taşları birbirine hızlıca vurunca kıvılcım çıkıyor. Onlar benim uğurlu çakmak taşlarım. Bir bez ile sarıp cebimde taşıyorum.
Güzden epey sonra yılın ilk karı yağınca annemden eldivenlerimi istiyorum, renkli pazar çantasını ters çeviriyor, içinden yün eldivenler dökülüyor. Ben kendi yün eldivenlerimi çiftleştirip alıyorum. Bembeyaz pamuk gibi karlar içinde babamın aldığı yeni çizmelerimi giyerek avludan çıkıyorum. Sokak kapısında sol eldivenimin başparmağı içinde bir şey fark ediyorum. Silkeliyorum avucuma düşürüyorum; morarmış ve ufalmış bir nohut tanesi buluyorum. Ağzıma atarak imamın oğlu ile kardan adam yapmaya gidiyorum. Ağzımda o aynı umami tat…