Bir Ahıska Romanı: Salkım Söğütlerin Gölgesinde
Birkaç yıl kadar önceydi. Bir dostum, “Hocam, şöyle bir roman var, senin yazdığın ve ilgini çeken tarzda. Tavsiye ederim.” demişti. Elbette çok fazla kitap tavsiyesi alıyorum ve hepsini okuma imkânım olmuyor. Ancak sevdiğim ve kitap kültürüne güvendiğim biriydi ve o güne dek ne adını ne yazarını duyduğum bu romanı bir kenara not ettim. Bütün o zaman zarfında hep aklımın bir köşesindeydi; lakin okumak sonra kısmet oldu. Fırat Sunel’in Salkım Söğütlerin Gölgesinde adlı romanında bahsediyorum.
Roman bittiğinde, ben çok beğendiğim bu romanı sindirmeye çalışıyordum. Bir gözyaşı molasının ardından ise bu satırları yazdım. Roman, Kasım 1944 Ahıska Türkleri sürgününden bahsediyor. Aslında ilk 300 sayfasında Ahıska’yı anlatıyor. Oradaki insanları… Ahıskalı Türk, Azerbaycanlı Türk, Gürcü, Ermeni, Rum, Oset, Çerkes, Çeçen, Karaçaylı hatta Rus… Kafkas halklarının bir arada yaşadığı o coğrafyayı anlatıyor. Sovyetler Birliği zamanıdır ve elbette acı yıllardır, karanlık yıllardır. Korkunun ve diktatörlüğün hüküm sürdüğü yıllardır. Dünya tarihinin en büyük katili Stalin’in, insanları inim inim inlettiği yıllardır. Dahası İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Erkekler cephededir. Buna rağmen insan olanlar, insanca ve barış içinde yaşamaya devam etmektedirler o coğrafyada. Tabii bir de sayıca az olsalar bile hakim durumda olan insan olmayanlar vardır!
Fi tarihte Kazakistan’ın Almatı şehrine gitmiştim. Orada bir restorana girdik. Restoran sahibi ile tanıştık. Ben onu Türkiye’den oraya gitmiş bir iş insanı zannettim. Çünkü bizim gibi konuşuyordu; hatta Karadeniz ağzıyla konuşuyordu. Tipi de bizim gibiydi. Açık tenli, kumral, ela gözlü… Kazakistan Türklerinden değildi yani. Ancak bana Kazakistanlı olduğunu söyledi ve ardından “Ahıska Türküyüm.” diye de ekledi. Ahıska Türkleri… Benim gibi Türk tarihi ve coğrafyasına meraklı bir adam için bile içi dolu bir kavram değildi. Adlarını ilk defa Samsun’daki bir sokaktan duymuştum. Volga Türkleri Sokak ve yanında Ahıska Türkleri Sokağı… Gürcistan’da olduğunu biliyordum Ahıska’nın ve bir de Kırım Türkleri ve Karaçay/Malkar halkları gibi onların da 1944’te Stalin katili tarafından yurtlarından sürüldüğünü biliyordum.
Gelgelelim bu roman bittiğinde Ahıskalılar hakkında çok şey öğrenmiş, dahası o acıyı yüreğimin en derininde hissetmiş oldum. Roman tekniği bakımından hayli başarılı bir eser. Üstelik demagoji yapmadan, insanlığı ve evrenselliği elden bırakmadan, adilane bir anlatım yapmış yazar. Zaman zaman Cengiz Dağcı okuyormuşum gibi hissettim. Evet, burada mazlum olan taraf Türklerdi; ancak yazar hiçbir milleti suçlamadan, karalamadan, Stalin ve Beria gibi zalimlerin ve totaliter SSCB zihniyetinin günahlarını sıralamış eser boyunca. Vitali Aramyan karakteri üzerinden Bolşevik ihtilalin muhasebesini yapmış ki, Aytmatov’un Gülsarı’sındaki Tanabay karakterine benziyor.
Türklerle Gürcü komşuları arasındaki kardeşlik hukukunu yetişkin Ahmet Ağa ve Şota ile onların çocukları Mişa ile Mehmet; Nika ile Ömer ve ağabeyleri İbrahim ile Otar üzerinden gayet iyi bir şekilde vermiş. Roman çok iyi planlanmış, olay örgüsü iyi kurgulanmış bir halde. Yazarın dili akıcı ve Türkçesi duru. Konuya fazlasıyla hakim. Yüreğinin derinlerinde hissediyor o insanları. Dünyaya bakışı ise kuru bir milliyetçilikle değil insani pencerede. Bölgenin sürgün öncesindeki hayatı çok başarılı bir şekilde verilmiş. Karakterler derli toplu ve gerçekçi. Sürgün sahneleri ise elbette gerçekçi ve yürek dağlayıcı cinsten.
Bazı kitapları bitirdiğinizde, siz de ruhen bitmiş oluyorsunuz. Etkisinden sıyrılmak kolay olmuyor. Kitaptaki o harfler uçuşup havaya karışıyor ve sonra birleşip, bir kılıç darbesi gibi sizin kalbinize batıyorlar. Yazarın sözcüklerle anlattığı şeyleri, siz sanki bir film seyretmiş hatta o hadiselere bizzat şahit olmuş gibi hissediyorsunuz. Bu roman da benim için onlardan birisi oldu. Daha önce Halimat Bayramuk’un, İki Kasım Bin Dokuz Yüz Kırk Üç adlı romanını okumuştum, benzer bir durumu anlatıyordu. Yine mesela Refik Özdek’in, Ocağımız Sönmesin’i de Balkanlar üzerinden bir Türk göçünü anlatıyordu. Cengiz Dağcı demek İkinci Dünya Savaşı ve Kırım sürgünü demek zaten. Bu arada, olur da, “İyi ama onlar da bir şey yapmışlardır. Durup dururken kimse, kimseyi sürgüne yollamaz.” diyen olursa kalbini kırarım! Öyle ya, “Durup dururken kimse kimseyi hapse atmaz, kimse kimseyi işinden atmaz, kimse kimseyi idam ettirmez…” Öyle mi? Bunlar hukukun olduğu ülkelerde, normal insanlar için geçerli şeyler.
Eğer ülkenin başında ruh hastası bir diktatör varsa, durup dururken beşikteki bebeden, doksan yaşındaki nineye kadar cümle insanlar ölüme gönderilir. İnsanlar hapislere atılır. Stalin’in Kırım ve Kafkas sürgünlerindeki gerekçesi savaş yıllarında buranın halklarının Nemçugalılar dedikleri Almanlarla işbirliği yaptığı iddiasıydı. Tabii bu durum külliyen yalandı. Kırım’da belki azınlık bir kesim işgal döneminde Alman tarafına katılmıştı; ancak Partizan saflarında da çok insan vardı. Onu ayrıca tartışırım; lakin Karaçay hele de Ahıska bölgesi işgale bile uğramamış yerlerdi. Hiç Alman gelmedi oralara. Üstelik sürgün sırasında 16-17 yaşından 40’lı yaşlarına kadar olan bütün erkekler cephede Sovyet Ordusu için savaşıyordu. Yani onlar savaşırken anaları, babaları, bebeleri, eşleri, çocukları, dedeleri hayvan vagonlarına konulup ölüm yollarına atılıyordu. Zaten çoğu ölen o askerlerin, geri dönebilenleri boş köylere gelmişler ve akabinde Kazakistan, Özbekistan hattına sürülmüşlerdir.
Yani sürgünün haksız bir gerekçesi bile olamazdı! Demem o ki, yüreğimi tuz buz etmiş bir romanı yorumladım bu yazıyla.
Ah Ahıska Ahh!