Adı Ağrı Dağı! Ama Ağrı il merkezine gittiğinizde bu dağı göremezseniz, şaşırmayın. Zira kendisi Doğubayazıt (Ağrı ilinin ilçesi) ve Iğdır sokaklarında gezerken tüm heybetiyle ben buradayım, der. Dağın önemli bir kısmı, Iğdır sınırları içerisinde yer alır. Adeta iki kardeş gibi Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı Dağları yana yana dururlar.
Türkiye’nin Çatısı olan Büyük Ağrı Dağı, deniz seviyesinden 5137 metre yüksekliğe sahiptir ve bu zirve noktası, Atatürk Zirvesi olarak adlandırılır. 3898 metre yüksekliğe sahip olan Küçük Ağrı Dağı’nın zirvesi ise İnönü Zirvesi olarak isimlendirilmiştir. Ağrı Dağı ve çevresi 2004 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile Millî Park ilan edilmiştir. Burası, ülkemizin en büyük millî park alanıdır. İran tarafından baktığınızda Küçük Ağrı Dağı göze öyle heybetli görünür ki coğrafya bilgisi olmayan biri kolaylıkla Büyük Ağrı Dağı’nı gördüm, diye fotoğraf çekebilir… Bana bu heybetli oluşumların eteğinde 4 yıl yaşamak nasip oldu…
Bir öğretmen olarak atamam olacaktı. Tüm heyecanımla tercih yapmak için okul araştırıyor, dostlarıma danışıyordum. (Bilmem öylesine bir heyecanı bir daha yaşayabilecek miyim?) Tercihlerimi yapıp beklemeye koyuldum. Bir gece vakti telefonum çaldı. Karşıdaki ses bana, “Atamalar açıklandı! Bakmadın mı?” diyordu. Hemen baktım. İlk görev yerim, ilk heyecanım, ilk kalp ağrım Doğubayazıt idi… Atamam Şubat ayında gerçekleşmişti. Kış mevsiminde görev yerime gitmem epey meşakkatli oldu. Ağrı il merkezine geldiğimde soğuk havanın kalitesini tattım. Uzun süren bir yolculuk sonrasında -daha sonra ahbap olduğum bir halıcının arabasında- Doğubayazıt’a ulaştım. Ağrı il merkezinden Doğubayazıt’a giderken Ağrı Dağı yavaş yavaş göz kırpmaya başlar. Ben buradayım der ve bunu hissettirir. Yolculuk esnasında ziyadesiyle dağ manzarasını tattım; ama Ağrı Dağı’nın bendeki etkisi eskilerden ta çocukluğumdan gelir.
Küçükken izlediğim Türk Sineması filmlerinden etkilenirdim. Özellikle kış aylarında dışarıdaki oyun süremiz kısa olurdu ve evde televizyon karşısında vakit geçirirdik. Böyle bir kış ayında, öğle vakti bir film başladı. Filmin adı Ağrı Dağı Efsanesi ve başrollerde Fatma Girik ile Hakan Balamir oynuyor. İzlenebilir bir film… Son dönemlerde de birkaç kez izledim. Filmin hemen her sahnesinde arka planda Ağrı Dağı var. Ayrıca kahramanlar tarafından sürekli Ağrı Dağı’nın yüceliği, kutsallığı vurgulanıyor. Filmin sonunda da dağ parçalanıyor… Ayrıca pek çok sahnede engebeli ve karasallığı net bir şekilde belli olan araziler yer alıyor. O yaşlarda “Acaba burası gerçekten var mı?” diye düşünürdüm. Sonrasında filme kaynak olan Yaşar Kemal’in Ağrıdağı Efsanesi isimli romanını da okudum. Zaman ilerledi… Ortaokul yıllarımda sosyal bilgiler ders kitabında filmde gördüğüm sarayın fotoğrafını gördüm. İshak Paşa Sarayı… Karlar içimde bir coğrafyada tek başına bir saray… Doğubayazıt ilçesinin bir yanında Ağrı Dağı bir yanında İshak Paşa Sarayı yer alır. O yaşlarda etkisinde kaldığım unsurların bulunduğu bir yerleşim alanında öğretmenlik yapmak bambaşka duyguları da tattırdı bana.
Evet, ben öğretmenim, okullarda coğrafya anlatırım. Coğrafya şimdilerde çok dikkate alınmasa da yükü ağır bir branştır. Sorumluluğu fazladır. Coğrafya, dünyayı anlamamızı sağlar. Doğayı, suyu, toprağı ve bütün canlı-cansız varlıkları sevmemize vesile olur. Vatanın her bir taşına olan düşkünlüğe giden yollardan biridir. “Coğrafya vatan bilinci kazandırır.” Bende bu derdin peşine düşenlerdenim. Bu sorumluluk altında sohbetler ederken bir öğrencim bana “Ağrı Dağı’na gittiniz mi?” diye sordu. O zaman anlam veremediğim bir şekilde utanarak hayır dedim. “Ağrı Dağı’nın hikâyesini bilir misiniz?” dedi. Daha da utandım ve yine hayır dedim. O ise benim ruh halimin farkında olmadan “Hocam ben anlatayım” dedi. Sonra diğer öğrenci, farklı bir efsane anlattı. Diğer bir öğrenci ise bambaşka… Bir dağ ve pek çok hikâye, efsane… Neden, diye sordum kendime ve anlam bulmaya çalıştım. Aslında çok araştırmaya da gerek yokmuş. Zamanla anladım. Şiirlerde, şarkılarda, metinlerde hatta yöre insanının kullandığı deyimlerde, atasözlerinde bile Ağrı Dağı’nı duyarız. Nedeni basit aslında. Oraların en yücesi bu dağ.
Bir gün Doğubayazıt’ta yaşlı bir amcayla sohbet ederken mevzu Ağrı Dağı’nın tepesinde oluşan bulutlara geldi. “Eeeee hoca, görüyor musun? Yücenin derdi bitmez! Şu dağa bak! Heybetine bak! Ama gel gör ki başından karı, dumanı eksik olmaz. Neden böyle olur?” dedi. Serde öğretmenlik var ya başladım anlatmaya. Oluşumundan bahsettim, en sıcak dönemde dahi neden kar örtüsünün bulunduğunu anlattım. Bulut oluşumunu açıkladım. Amca baktı baktı, “Ne diyorsun?” sen dedi. Biraz da kızgın bir yüz ifadesiyle bir dağa baktı bir bana… “O dağ Allah’ın eseri, Nuh’un yuvası! O dağ olmasaydı bugün dünyada bir tek canlı olmazdı. Çocuklara da böyle anlatma!” dedi.
Evet filmde yöre insanı sürekli dağın kutsallığını dile getiriyordu. Sadece filmde değil gerçek hayatta da bu durum böyleymiş. Yaşadım, duydum ve öğrendim. Yeni nesil çok anlam yüklemese de eskiler için o dağ çok değerli… Yine bir sohbet anını hiç unutmam. Doğubayazıt’tan Iğdır’a giderken, Ağrı Dağı eteklerinden Pamuk Geçidi’nden geçilir. Geçidin öncesinde bir mezra yer alır. Kış mevsimi, kar sarmış hem yeri hem göğü… Mezranın yola yakın kesiminde bir adam el salladı, durduk. “Beni de Iğdır’a bırakın” dedi. Buyur ettik. Sohbet etmedi pek; ama araçtan inerken “Ömrünüz Ağrı (Dağı) gibi bereketli olsun, başınızın dumanını dağ alsın, gönlünüz dağın suları gibi serin ve ferah olsun” dedi. Şöyle bir düşündüm de hayır duası dahi mekana, coğrafyaya göre değişiklik gösteriyor.
Yörenin efsaneleri Ağrı Dağı’nda geçiyor, söylemlerinde bu dağ yer alıyor. Acılarını, hasretlerini, sevgilerini hep bu dağın ismi geçen cümleler kurarak anlatıyorlar. Pek çok insan için volkanik oluşumlu sıradan bir dağ, bir yeryüzü şekli olsa da; Ağrı Dağı, yöre insanı için çok farklı değerle bezenmiş coğrafi bir yapıdır. Yöre insanının kültürünün şekillenmesinde inkar edilemez katkısı olan dağ yapısının oluşumu ile ilgili de pek çok efsane yazılıdır. İsmet Alpaslan’ın Ağrı Efsaneleri kitabında Büyük ve Küçük Ağrı Dağının oluşumu şöyle efsaneleşmiş:
“Ağrı Dağı’nın bulunduğu yer bir zamanlar ova imiş. Burada yaşayan bir köylünün iki kızı varmış. Bir gün bu iki kardeş odun toplamaya gitmişler. Yeterince odun topladıktan sonra abla, odun dengini küçük kardeşin sırtına yüklemiş ve yola koyulmuşlar. Biraz gidince yorulan ve beli ağrıyan küçük kız ablasına:
–Belim çok ağrıdı abla, ne olur biraz da sen taşı, diye seslenmiş. Ablası kulak asmamış. Biraz daha gitmişler, küçük kız yine ablasına seslenmiş, ablası hiç oralı olmamış. Küçük kız sonunda dayanamamış:
–Abla abla, senin gibi ablam olacağına olmaz olsun. Dağ olasın, taş olasın, uzun uzun kış olasın belimdeki ağrı adın, seller yağmurlar muradın olsun, diye beddua etmiş. Ablası durur mu? O da vermiş veriştirmiş:
–Senin gibi kardeşim olacağına taş olsun saçların çayır, eteklerin bayır olsun. Başın dilin gibi sivri, yamacın boynun gibi eğri, adın da benim gibi ağrı olsun, derken bir gürültü kopmuş, bir toz bulutu kaplamış ortalığı. Biraz sonra ovada iki yüce dağ sivrilmiş. Biri Küçük Ağrı, diğeri Büyük Ağrı… Böylece iki geçimsiz kardeşin ikisi de birer dağ olmuş.”
Efsane anlatımlı bir metin olsa da kısmen dağların mevcut arazi yapısı iyi gözlenmiş bir şekilde nakşedilmiş.
Türkiye coğrafyasında çeşit çeşit arazi yapısı vardır. Arazi yapısından ötürü de farklı farklı yerleşim şekilleri, farklı ekonomik uğraşlar mevcuttur. Bütün bu çeşitlilik dili, tarihi, edebiyatı, kültürü yani yaşamı da etkilemiştir. Ülkemizden bahsederken Cennet Vatan kelamı dillere pelesenk olmuş durumda. Neden bir ülke topraklarına Cennet denir ki? Gezince, okuyunca, araştırınca pek çok sebebinin olduğu görülür. Ülkemin coğrafyasından sadece bir dağ için bu kadar cümle kuruluyorsa, insanların kültüründe bu kadar yer tutuyorsa coğrafi zenginliği herkesçe malum olan bu topraklara Cennet denilmesi tesadüf değildir. Ülkemizin çatısı olan Ağrı Dağı sadece bir örnektir.
Doğubayazıt’ı gidip görmeniz, o manzaranın ve doğallığın hazzına ermeniz temennisiyle…