Mayıs, bizim için hem hüznün hem de sevincin ayıdır.
1999’un ıtır kokulu Mayıs’ında Gümüş Kubbe fikir ve sanat dergisini çıkarmış, onu aziz milletimize armağan etmekten son derce mutlu olmuştuk. Altı sayılık bir yürüyüşü ile tarihin en ulvi yaprakları arasında yerini alan bir avuç ötelinin o gümrah soluğu ile varlık sahnesine çıkıveren dergimizin yokluğu içimizde hep bir büyük burukluk olarak kalacak sonsuza değin.
Evet, Gümüş Kubbe 2000 yılında Mayıs-Haziran son sayısı ile bir veda yazısı bile olmaksızın sessiz sedasız ayrılmıştı bu gök kubbeden. Ayrılırken dahi vakarını yitirmemiş ve son başyazıyla cesurane bir şekilde “Kurtuluş Eyleminin Gerekliliği”ni vurgulamıştır. O vakitler ülkemizde aksiyonerliği kendi tekeline almış her İslami cemaat, 1999’u kurtuluş yılı olarak ilan ederken Gümüş Kubbe bu ‘kurtuluş’un senesi ile değil semeresi ve hendesesi ile meşgul oluyordu. Daha ilk sayıda medeniyetimizin yeniden inşa edileceği muştulanıyordu:
“Osmanlı devletinin medeniyetinin yıkılışında Batı kusmuğu, irin yüklü sanat nazariyeleri ve faaliyetlerinin menfi etkisini unutmamak gerekir. Sanat ve edebiyatın üstün tesir gücüyle yıkılan medeniyetimiz yine sanat ve edebiyatın aydınlık gölgesi ile kurulacaktır.”
Yine ilk sayıda edebiyatımızın en temel işlevi özetleniyor ve milletimizin en soylu kurtuluş hamlesinin kökleri işaretleniyordu:
“Ülkemizde Tanzimat’la kökleşen ve ülkemizin ufkunda kara bir örtü olan yabancılaşmaya karşı direnmek, yerli düşünceyi egemen kılmak edebiyatımızın temel işlevlerinden biri olmalıdır. Bu kutlu varoluş direnişi milletimizin en soylu kurtuluş hamlesi olacaktır”
Batı medeniyeti karşısında edebiyat adamının duruşunu sağlamlaştırmak yerli bir şahlanış için en gerekli eylem olacaktı:
“Kendi efendiliğini başkasının köleleşmesinde bulan Batı medeniyeti ezici gücünü gitgide artırmakta ve insanlığın yok oluşunu hazırlamaktadır. Silahını sanat hüviyetinde hedefine doğrultan Batı medeniyeti benliğimizi sömürmekten kudret damarlarımızı kesmekten geri durmuyor.”
Kendi medeniyetimizden kopmak demek kendimizden kopmak demekti. O halde insan-devlet-medeniyet üçlemesinde ilk durak ve en esaslı konak insan olacaktı. Bu yüzden dava, “insanı anlamak ve hakikati aramak” olarak özetlenecekti.
Gümüş Kubbe, onurlu bir başkaldırının adıydı. Gerçeği hiç çekinmenden haykırabilen tok bir ses, kendi zamanının en olgun gülümsemesiydi o her şeyden önce… “Gerçek Sanat’a Doğru” ikinci başmakalede mutluluk çağına neden erişemediğimiz şöyle açıklanıyordu:
“Hümanizm ve erotizmin arasına sıkışıp kalan basit ve sığ eserlerle örülü bugünkü sanatla saadet çağına yol alabilmek mümkün değildir. Sanat maskesi altında kanımıza baldıran zehri akıtanlar, sanatı yozlaştırmakla birlikte insanı da sonsuzluk adına soysuzluk değirmeninde un ufak etmektedirler.”
Sadece durum tespiti yapıp ah etmek bize yakışan bir şey değildi bu yüzden sanatçının tüm olup biteni seyreden bir pasif özne olması istenmezdi:
“Tükenmeye yüz tutmuş bir sanatın insanlığın ruh bahçesine kötülük tohumları ekmesine daha fazla seyirci kalamayız. Dünyaperest cibilliyetsizlerin elinde çirkin bir şekle girmiş olan sanat, iç dünyamızı acımasızca dinamitliyor. Aşk ve tefekkür ikliminden uzak bir sanat her zaman için felaketimizi hazırlayacaktır.”
Ötelileri tüm bu kutlu çağrı ve mesajdan sonra zor ve ağır bir görev bekleyecektir çünkü sanat ciddi ve çileli bir iştir:
“Sanatın çorak toprağında bitkisel hayatı yaşayan sanatçılar, sanatı büsbütün ayağa düşürdüler. Artık günümüzde sanatçı olmak simitçi olmak kadar kolay bir hale gelmiştir. Hâlbuki sanat yoğun ve titiz bir çalışma ister. Şimdiye kadar insanlığa mal olmuş tarihe mührünü vurmuş hiçbir eser küçük çalışmaların çilesiz gayretlerin ürünü olmamıştır. Sanatın şaklabanlığını yapan şarlatanlığına soyunan bir kısım aymaz güruhun ucuz çağrılarına aldanmamamız gerekir. Onların günübirlik alelade icraatları bizi cezbetmemeli. Keza tarih onları vakti saati geldiğinde hak ettikleri mecraya doğru sürükleyecektir. Gerçek sanata doğru gidiş ciddi sanatkârların varlığı ile mümkündür.”
Yerli düşünceyi egemen kılmaya çalışmadan gerçek sanata doğru yürümek öteliler için bir avuntudan başka bir şey olmayacaktır:
“Gerçek sanat insanı yüceltir cemiyeti ve cemaati tanzim eder. Sanat adına ihtiraslarını putlaştıranlar insanlığı uçurumun eşiğine doğru sürüklemektedirler. Ahlaki değerlerimizi hiçe sayan şehevi duygularımızı tahrik eden niteliksiz sanat, medyanın körüklü desteği ile varlığını sürdürmektedir. Ahlaksızlığa felsefe şekli veren estetik kılıf arayan gayrı ahlaki medyanın müstehcen sanat saltanatı elbette gerçek sanat faaliyetlerimizin tazyiki altında eriyip gidecektir.”
Sanatı kendi fildişi kulesinde örgüleyenlere de karşı çıkılır ve sanat-hayat ilişkisinin hakikati yakalamanın bir şartı olduğu hissettirilir:
“Sanat aslında hayatın yorumudur. Sanat aslında dışı süslü içi boş olarak yüreğimize sokuluveren anlamsız hayata bir nevi meydan okur. Bu karmakarışık hayatı iyileştirmek onun en güzel anlamını bulmak için zekâsını ve hayal gücünü pervasızca sergiler. Sanat, sanatçının güzel yaşama gayesi ve gayreti ile yükselir.”
O halde güzel ve güzellik yeniden tanımlanmalı ve göze hoş gelenin daha ötesi sorgulanmalı idi. Sanatı bir kaçış olarak algılayanlar onu yıkıntılar içinde terk ederek güzelliği faniliğin kucağında öksüz bırakanlardır. Aksiyoner ruhçuluğun fikir temeli ta o günlerden atılmaya başlanır:
“Çoğu kez sanatsever için kaçış olan sanat, gerçek sanatkâr için mutlak anlamda bir kaçış olarak kabul edilemez. Sanatkâr eserini vücuda getirebilmek için kendini soyutlar dünyadan. Ahengini yitirmiş bir cemiyetin, özünü unutmuş bir insanın ve şirazesi bozulmuş eşyanın trajedisi sanatkârın ruh dünyasını derinden sarsar. Mükemmeliyetin avcılığına soyunan sanatkâr, kendisini mutsuz hisseden bozuk bir yapıyı temelinden çökertmek ve ışıklı rengârenk bir dünya örmek için sonsuz bir güzellikte üstün bir çaba harcar. Esasında bu çabanın ilk amacı soylu bir ruha sahip olmak ikinci amacı ise mutlu bir dünyaya kavuşmaktır.”
Elde kalem yürekte iman yürünecektir Gümüş Kubbe’ den bütün cihana. Ferman okunmuştur zira ve ilahi sular boşalmaktadır her dem gök şadırvanından. Her geçen gün ilginin ve sevginin arttığı gözlenecektir. Genç ve değerli kalemlerin kısa bir süre içinde yetişme zemini olacaktır dergimiz. Derginin adı ile inşa edilmek istenen insan ve medeniyet arasındaki paralellik çok dikkat çekici bulunmuş ve bu sımsıcak yuva akademik eller tarafından da muhabbetle desteklenmiştir. Geniş temsilcilik ağı ile ülkemizin genç üniversiteli nesline ulaşabilmiş, yerel ve ulusal basında da tanıtımları yapılarak fikir ve sanat mahfillerindeki mütevazı yerini alabilmiştir. Türk sağının en güçlü ve özgün kal’alarından biri olmayı başarmıştır dergimiz. Hatta sahasında en geniş çalışma olan “Türk Sağı Sözlüğü” adlı kitapta da dergimiz hakkında kısa bir bilgi ve tanıtım mevcuttur.
Bir mayıs günü başlayan Gümüş Kubbe efsanesi yine bir Mayıs-Haziran mevsiminde son buldu. Mayıs çiçeklerinin solmaması dileği ile…