09.09.1982 Pazar… Sıkıcı ve bir o kadar da bunaltıcı bir eylül sabahı… Bugün karım Müberra’yı ve iki yavrumu kaybetmemin 10. yılı. Hava, o günkü gibi kapalı ve kasvetli. Henüz eylülün başları olmasına rağmen rüzgârlı hava şehri esir almış durumda. Kaloriferden dolayı biraz grileşmiş aslında kirlenmiş tül perdeyi aralıyorum.
Sabahın ilk saatleri… Birkaç dükkân, pazar olmasına rağmen erkenden açılmış. Üzerinde rengi atmış mavi bir önlük bulunan bakkal çırağı, dışarıya bir şeyler taşıyor. Kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle yapıyor tüm bunları. Köşedeki çorbacının önünde bekleyen birkaç kişi, etrafı anlamsızca seyrediyor. Az ötede- Cihan Eczanesi’nin önünde- dolmuş durağında, yaşlı bir adamla küçük bir kız çocuğu… Tavırlarından bir sabırsızlık içerisinde oldukları anlaşılıyor.
Belki de pazar olduğundan şehre bir sessizlik hakim. Rüzgâr uğultuları çatıların boşluklarından geçerek garip bir melodi oluşturuyor. Çöp tenekesinin yanında, dünden kalan çöpler birikmiş. Sokak köpekleri, çöpten nasiplerini aramanın peşinde. Karşı binaları seyrediyorum, kimse henüz perdeleri aralamamış. Dilimde bir şiirden küçük kırıntılar:
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
Ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını
Neden akşam oluyorum tren kalkınca
Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
Zamansız indi rengârenk çiçeklerle süslü bahçeme sonbahar. Güllerimi dolu dövdü zamansız, sessizliğe zamansız mahkûm edildim. Sonra zamansızdı tüm gidişler, ayrılıklar, kırgınlıklar. İçimdeki karanlıklardan korkan ürkek bir çocuk, kendini saklayacak bir yer arıyor adeta. Bugün bu koca eve de sığmıyorum. Oysaki Müberra, evimizin dört odalı 180 metrekarelik bir ev olmasından hep övgüyle söz ederdi tanıdıklara. Ne hayallerle almıştık bu evi, bu evde neler hayal etmiştik kim bilir? Müberra’nın gözlerinin içine bakarak Yavuz Bülent Bakiler’den, Abdurrahim Karakoç’tan, Necip Fazıl’dan şiirler okurdum. En çok da Yavuz Bülent Bakiler’in şu dizelerini severdi:
“Huzur ellerinin güzelliğidir
Gözlerin karşımda mutluluk denizi
Her sabah soframızda ekmeğimizi
Sen bölsen yeter”
Mutluluğumuzu yarım bırakan, Müberra’yı ve sevgili yavrularımızı benden koparan o korkunç kazayı daha dün gibi hatırlıyorum. Ankara’dan Kars’a dönmek için öğleye doğru yola çıkmıştık. Yine bir sonbahar günüydü, ağaçlar yeşil elbiselerini çıkarmış, tülden sarı bir giysi giymişti. Müberra, yine gördüğü her güzelliği ölümsüzleştirmek için fotoğraf makinesiyle meşguldü. Yasemin ve Yasin, arka koltukta oturmuştu, mutluluklarına diyecek yoktu. Yasemin’in güneş yanığı saçlarında kırmızı bir toka vardı. Etrafı seyretmekle meşgul olan Yasin, bazen gözünden dökülen uykuya yenik düşse de Yasemin, kardeşini “Yasin, şu çalıların üstündeki kuşları gördün mü? Aaa! Karşı yamaçtaki kayalıklara baksana.” gibi cümlelerle rahat bırakmıyordu.
Güzel başlayan yolculuğumuzun Erzurum’u geçtikten sonra bir faciayla noktalanacağını bilmeden saatlerce yol aldık. İyiden iyiye yorulmuştum, saat 23.00 civarıydı. Beni sarıp sarmalayan uykudan gözümü açtığımda bir hastane odasındaydım ve neden burada olduğumu bilmiyordum. Müberra, Yasin, Yasemin; diye olanca sesimle bağırmak istedim; ama ne sesim çıkıyordu ne de bağıracak gücüm vardı. Gerçeklerle yüzleşmem aylar sonra oldu ve o gün bu gündür yapayalnızım bu hayatta.
Hayatıma anlam katan ve bana iki çocuk vererek dünyanın mutluluğunu yaşatan Müberra’yı çok sevmiştim. Lisede başlayan arkadaşlığımız üniversite yıllarında da devam etmişti. O yıllarda sıkça dinlediğimiz ve bu şarkı bizim şarkımız olsun dediğimiz duygusal bir şarkı belirlemiştik: “Demir Attım Yalnızlığa.” Ne zaman bir araya gelsek Müberra, kısık bir sesle bu şarkıyı mırıldanarak uzaklara bir yerlere dalıp giderdi. Onu sürüklendiği o hayal âleminden koparmadan ve ona hissettirmeden o anın tarifsiz mutluluğunu yaşamaya çalışırdım. Gözlerinde sebebini kendisinin de bilmediği garip bir hüzün olurdu hep. Hüzün, kimi zaman bakışlarında donan bir çiy tanesi oluverirdi. Kahverengi saçlarından bir rüzgâr usulca geçerdi ve ağlamaklı olurdum ben. Şehir susardı, insanlar bir yerlere kaçardı ve gittiğimiz o çay bahçelerinde yapayalnız kalırdık sanki. Nedensiz bir hüznü bölüşmenin ağırlığıyla evlerimize dönerdik.
Bitmeyecek sandığım ve bir göz açıp kapayıncaya kadar biten üniversite hayatımdan sonra Müberra ile evlenmiştik. Gelinlik çok yakışmıştı Müberra’ya. Başındaki ay yıldızlı taçla beyaz bir güvercindi adeta. Tek oyuna çıkalım diye tutturmuştu o gün. Hayatımda tek oyun oynamadığımdan Müberra’nın ısrarına rağmen sahneye çıkmamıştım. Davetliler gözlerini alamıyordu Müberra’dan. Dayımlar, teyzemler, amcalarım ve çocukluk arkadaşlarımın hepsi bu mutlu günümüzde bizimle beraberlerdi. Küçük kavgalarımız, kaçamaklarımız, sebepsiz ayrılıklarımız hep geride kalmıştı. Şimdi üzerine sisten bir örtü çekilen o mazi kırıntılarını buğulu gözlerle anımsıyorum. Yok, bu böyle olmayacak. Bu duygusal atmosferden kendimi bir an evvel uzaklaştırmalıyım. Hem geçmişe saplanıp kalmayla elime ne geçecek sanki? Siz, kendi kendinizi tüketseniz de hayat olanca hızıyla kendi seyrinde devam ediyor. İnanmıyorum, Bunları söyleyen ben miyim? Oysaki geride bıraktıklarımın hatıraları yüreğimde hâlâ kor halinde durmakta.
Sabahki rüzgârın da etkisiyle gökyüzünü gri bulutlar kaplamaya başladı. Sokaklar iyiden iyiye tenhalaştı. Koca evde bir başına yaşamanın verdiği bıkkınlıkla pencereye yöneliyorum. Issızlığa bürünen sokaklarda tanıdık yüzler arıyorum. Karşı kaldırımda duran kırçıl sakallı ayakkabı boyacısı, boya sandığını toplama telaşında. Başındaki kirli şapkanın altından, sıkışık kapı aralığından dışarı fırlamaya çalışan haylaz bir çocuğu andıran saçları görünüyor. Güneş yanığı desenlerle dolu yeşil parkasının altından giydiği boğazlı mavi kazak da iyice eskimiş. Etrafa saçılan boyaları, süngerleri, fırçaları büyük bir özenle boya sandığının gözlerine dolduruyor. Kim bilir, onu evde kimler bekliyordur? Onun nasıl bir yaşam öyküsü olduğunu kim bilebilir?
Adamın yaşam öyküsüne odaklanmışken uzaklardan bir yerlerden tiz bir ses: Eskiler, alıyorum. Eskici geldi! Şehrin sessizliğine paslı bir hançer gibi saplanan ve insanları çocukluklarının masal bahçelerine sürükleyen bu sesle irkiliyorum. Karşı apartmanın çatısında üç beş güvercin var. Az sonra parlak tüylü beyaz bir güvercin de onların yanına kondu. Hoş karşılanmamasından olacak, tekrar havalanıp havada küçük bir noktaya dönüştü. Çocukluğumda taklacı güvercin besleyen biri olarak onları bir süre süzdüm, içlerinde taklacı güvercin aradım. Ne yazık ki hepsi yabani güvercin dediğimiz cinstendi.
Eskimiş eşyalar gibi, eskimiş anılara sığınan muhayyilem, bugün nedense hep geçmişle meşgul. Müberra’nın ve bahar çiçekleri diye sevdiğim çocuklarımın hatırasıyla dolu bu ıssız evin dışına kendimi atmazsam boğulacağım. Odanın içerisinde bir süre amaçsızca dolaştım ve televizyon sehpasının yanında duran küçük dolaba yöneldim. Orada geçmişin tanığı fotoğrafları, mektupları, okuduğum kitaplardan aldığım notları saklıyorum. Yıllar var ki açmaya cesaret edemediğim bu ahşap dolabın kapısını araladım. Fotoğraflar, kahverengi bir kadife kutunun içerisine intizamla yerleştirilmiş. Ellerim titriyor, buğulu bakışlarımda bir tedirginlik var. Fotoğraflara bakmaya cesaretim yok.
Doktor olmanın en kötü yanlarından biri de hayata tutunmak isteyenlerin hayattan kopmalarını bazen engelleyememektir. Beyin kanaması teşhisiyle hastanemize yatan ve yaşam mücadelesine ancak on beş gün dayanabilen Müfit Erkoç’tan geriye kalan bu küçük defter, elime nasıl geçti hatırlamıyorum. Sararmış sayfalarına koca bir ömür sığdırılan bu küçük defteri soluksuz okumuştum. Büyük bir aşkın ve mutluluğun faciayla sonlandığı garip bir hayat hikâyesi…
Cuma namazında fenalaşan ve oradaki cemaat tarafından hastanemize kaldırılan Müfit Erkoç, geçen hafta toprağa verildi. Sessiz bir vedaydı onunkisi. Yanında kimsecikler yoktu ebedi âlem yolculuğunda. Koca bir ömürdense geriye kalan küçük bir defterdi. Müfit Erkoç’tan yadigâr kalan defteri elime alıp hastanenin dar ve karanlık koridorunda ilerlerken içimden “Güle güle Müfit Erkoç, güle güle…” diyordum.