Hiç yanımdan ayırmadığım, gümüş kakmalı bir Kınalı Kuka’m var.
Hikâyesi ise çok ilginç Kınalı Kuka’mın.
Yedi sekiz yıl önceydi, hiç tespihlerle alakası olmayan bir dostumla evinin bulunduğu sokağın başında ansızın karşılaşıverdik.
–Çay içelim, hem de konuşuruz biraz, dedi.
–Gitmem lazım Salih’im, çok işim var, dedim.
–Bak, tespihlerden konuşuruz, dedi Salih.
–Senin ne alâkan var ki tespihlerle, dedim.
–Ninemin sandığında bir tespih var ki görmelisin. Dedem rahmetli olalı yirmi bir yıl oldu. Ninem, rahmetlinin tespihini yirmi bir yıldır sandığındaki bohçasında saklıyor, dedi.
Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı, yirmi bir yıldır saklanan tespih deyince…
–Şaka yapıyorsun, dedim
–Şaka değil, çaya gelirsen tespihi de görürsün dedi, Salih Hoca.
Bir mayıs ikindisi; limon çiçeği kokusunu içimize çeke çeke girdik Salih Hoca’nın evinin bahçe kapısından.
Dama çıkıp, asmanın altına düzenlenmiş kamelyaya oturuyoruz. Ninesi de orada. Elini öpüp başımıza koyuyoruz. Salih, evdekileri daha önceden telefonla aramış olacak ki oturur oturmaz geliyor çaylarımız. Çaylarımızı içmeye henüz başlamıştık ki:
–Nine, diyor Salih.
–Söyle ninesinin kuzusu, diyor ninesi. Pınarlar gibi çağlayan o müşfik, bir o kadar da titreyen sesi ile.
“Aman Allah’ım bu ne tatlı dil böyle!” diye geçiriyorum içimden. Bir yandan da ninenin o doyumsuz tatlı halini izliyorum fark ettirmeden. Yüzü sanki bir ninenin yüzü değil de hüzün abidesi sanki. Neler görmüş, neler yaşamış, nelere şahitlik etmiştir bu yüz kim bilir?
–Nine! Hasan Bey tespihi çok seviyor. Ona dedemin tespihinden bahsettim. Getirsen de baksa bir, ne dersin?
Nine, tebessüm ederek kalkıyor yerinden ve damdan eve inen merdivene yöneliyor. Çok geçmeden de geliveriyor tekrar. Daha önce oturduğu sedire oturup, yanında getirdiği bohçayı yan tarafına koyarak, bir kuşu okşar gibi açıyor bohçayı. Sonra bir kese çıkarıyor bohçanın içindeki yazmaların arasından ve keseyi bana uzatıyor.
Tir tir titriyorum keseye dokununca. Yavaşça büzgüsünü açarak elimi kesenin içine daldırıyorum. Evet, gümüş kakmalı; gümüş, Osmanlı kırbaç sallama püsküllü; otuz üçlü sekiz mili metre kuka bir tespihti, keseden heyecanla çıkardığım tespih. Muhteşem bir kınalı kuka…
Bayılmıştım tespihe tam manası ile. Artık koyu kahverengiye çalmış, gümüş kakması kahverengi habbeler üzerinde pırıl pırıl parıldıyordu. Uzunca bir süre ağzımı açamadım. Şaşkınlıklar içindeydim ve bu kadar hayran olacağım bir tespih görmemiştim o ana kadar. Hem bir klasik hem bir antika hem de manevi değeri büyük bir tespihti elimdeki muhteşem tespih. Tespihin sahibi rahmetlinin bir de beyzade, ağa ve kabadayı geçmişini hesaba katarak tespih değerlendirildiğinde, tam bir delikanlı tespihine dokunmuş oluyordum.
–Nineciğim, rahmetli kaç yıl çekti bu tespihi, dedim.
Uzaklara daldı önce. Yıl hesabı mı yapıyordu, yoksa onca hatırayı film şeridi gibi gözlerinin önünden mi geçiriyordu bilemedik. Sonra bana dönerek, gene o müşfik ve titreyen sesiyle:
–Otuz yıldan fazla dedi hüzünlenerek.
Tespihi hayranlıkla inceledikten, okşadıktan sonra tekrar verdim nineye. Nine aynı özenle tespih kesesini bohçaya yerleştikten sonra tekrar eve inmişti. Salih Hoca’ya sözleri ağzımdan çıkınca pişman olduğum, bana uymayan bir şaka yaptım.
–Salih, ninen göçünce tespihi bana verir misin, dedim.
Gülüştük… Ama bu sözümden dolayı kendime kızmıştım. Sonra da kendi kendime: “Ama yapılır böyle bir şaka, niye kızıyorsun ki içimdeki ben” diye kendimi teskin etmiştim.
*
İki gün sonraydı. Kuşluk vakti okunan sala okuldan duyuluyordu. Personelimden birisi, salanın sonundaki anonsu dikkatle dinlerken,
Anlayabildin mi Mahmut, kimmiş ölen, dedim
Mahmut:
-Salih Hoca’nın ninesi ölmüş hocam. Sonra da ilave etti: Doksan yüz arası vardı; ama dinçti nene; demek ki vade dolmuş, dedi.
Hep birlikte gittik ninenin cenazesine. Nineyi götürüp defnettikten sonra taziye evine gelip, Kur’an-ı Kerim, Fatihalar okuduk ninenin ruhu için.
Ertesi gün yine taziye evinde otururken Salih gelip yanıma oturdu. Oturur oturmaz da elimi tutarak, kaşla göz arasında avucuma bir şey bıraktı.
Bu üç gün önce heyecan ve hayranlıkla baktığımız tespihin içinde bulunduğu kadife keseydi.
Tespihi ilk gördüğümde “tir tir titredim” demiştim ya! İşte şimdiki titremem ile kıyas edecek olursak o ilk titremeyi; onu titreme sayarsak, şimdiki halim tam manası ile bir vücut depremiydi.
-Hayır, olmaz Salih, alamam bunu, dedim.
-Olur, mu hocam, bunun kıymetini ancak sen bilir ve sen yaşatırsın. Bu tespih bizde zayi olur, dedi.
“Kınalı Kuka”m, onca tespihimin içinde en kıymetli tespihim şimdi. O gün, o hafta, başka bir tespihi çekiyor olsam da “Kınalı Kuka”m hep cebimdedir.