loader image

Köprü

Simit, mazot ve sigara kokuları birleşince, dünyanın en iğrenç kokusunun ortaya çıktığını anladığımda altı yaşımdaydım. Yürümeyi tercih ettiğimiz zamanlarda annemin adımlarını yakalayabilmek için bir atlet çevikliğine sahip olmam gerektiğim yaşta yani. Magirus’tu köyümüzün yolunda tüm kokuyu yüklenen aracın ismi. Çocuk aklımla bu yolculuğa nasıl olup da para verdiğimizi anlayamazdım. Normal şartlarda bu işkenceye dayanan herkesin ödüllendirilmesi gerekirdi.

Kışlapazarı’na varmadan hemen önce sarı lacivert köprünün üzerinden geçerken minibüs bir sağa bir sola yatardı. Yol bozuk olduğundan değil; 89 yılının Fenerbahçe’si fırtına gibi estiğinden… Rüzgarından aracımız da nasibini alırdı bir başka deyişle. Tezahürat dağılırken babam başladı anlatmaya: “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış…” Çocuk aklım bana mavi gök ile yağız yeri, sarı lacivert olarak sevdirdi. Bozuk yol nedeniyle uzayan yolculuğumuzun molasında bunalmış bir şekilde arabadan indim. Yosunlu yalağa çekinmeden kafamı soktum. Rahatlamamla birlikte suyun içinde gözümü açtım. Burnumun dibinden kaçışan minik balık yavrularının hareketlerini uzun uzun incelerken, ensemden devasa bir elin beni yukarı çekmesiyle soluk soluğa kalmıştım. 

Babam telaşla: “Oğlum iyi misin?” diye seslendi. Kardeşim Galip’le kısa süre göz göze geldikten sonra yüzümü babama dönerek “İyiyim baba, balıkları seyrediyordum, ne oldu?” dedim. Babamın yüzü kireç gibiydi, sadece “Onlar kurbağa yavrusu oğlum,” diyebildi. Balıkların kurbağa yavrusu olduğunu öğrendikten sonra, anladım ki nefessiz su altında kalma rekorunu da kırmışım. Hayal kurabilmek için nefesimi tutmam o günden kalma alışkanlığımdır. Nefesimi tutar ve dakikalarca düş kurardım. Az oksijen bol hayal gördürüyor insana.

Ziyrat günüydü köye vardığımızda. Köyün içindeki atalarımıza dualar okuduk. Garip bir hüzün, biraz da sevinç veriyor ziyrat günleri insana. Köy meydanındaki masa etrafında yerimizi aldığımızda Zühtü Amca ve Sultan Teyze evlerinden ekşi ayran ve merhabalarıyla çıkageldiler. El öpmeler, hoşbeşler arasında ekşi ayranı bir dikişte bitirdim, tadı hâlâ damağımda. 

İkindi vakti, babaannemin hazırladığı helvayı büyükçe yer örtüleri ile birlikte köyün tepesindeki düzlüğe çıkardık. Örtülerimizi yere serip bağdaş kurduk ve hocanın okuduğu duayı dinlemeye başladık. Kardeşim Galip, yanımdan hiç ayrılmazdı. Sanki dizlerimiz özel bir zincirle birbirine bağlıymış gibi hep temas halindeydi. Düzlüğe gelen köylüler, ortadaki büyükçe tepsiye yanlarında getirdikleri helvayı döküyordu. İsmail Amca, harç karıyormuşçasına helvaları karıştırıyordu dua esnasında. Kitap okumaya başladığımda öğrenecektim, Türklerin birkaç bin yıldır yüksek tepelere çıkarak Gök Tanrı’ya da dualar sunduklarını. Dualar bittiğinde herkes getirdiği kadar helvayı harmanlanmış şekilde evine götürdü. O mavi gökyüzü ile yeşil zemin arasında yaşananlar bir avuç köylünün dünyaya karşı birliktelik mesajıydı. O gün bugündür o sofradan kiminle yollarımız ayrılsa yüreğimde dayanılmaz bir sızı kalıyor. Çocukluğum, ah çocukluğum gereksiz kelimelere nasıl da hiç ihtiyacın yok, yaşanmışlığın her şeye bedel.

*

“Denizden ağ çeken bir balıkçının sabrıyla” ben de kağıt, gazete ve dergi koleksiyonları arasında buldum anahtar kelimeyi; 2000’lerin başında hâlâ değişmeyen tek şeyi, değişimin kendisini.

Okulların kapanmasıyla yaz tatillerinde İstanbul’a giderdik. Ailecek yaptığımız bu yolculuğun Bolu’dan her geçtiğimizdeki rutini babamın mezun olduğu üniversitenin adını ve yerini bize öğretmesi olurdu. Biz fark etmemiştik; ama aile tarihini iliklerimize işliyormuş babam. İyi ki öğrenmiştik geçmişimizin en ufak detayını. Çünkü süratle değişiyordu her şey; kullandığımız yağ markaları, diş fırçaları, pantolon modası, cadde ve sokak isimleri, hemen hemen her şey. Deprem yönetmeliğine uygun olmayan okullar yıkılıyor, yerine yapılan binaya vergiden düştüğü para karşılığında çok çok hayırseverin ismi veriliyordu! Hayırseverler eğer ismi verilmez ve adı üçe on ebadında bir tabelaya yazılmazsa inşaatı durdurma tehdidini bile yapıyorlardı.

İstanbul’a vardığımızda ilk hafta aile gezilerine başlardık. Eski yaz tatillerinin mirası İstanbul denilince aklıma ilk önce, Eminönü kıyısında sallanan tekneleri ile balıkçılar, Mısır Çarşısı girişindeki ihtiyar buldok köpeği, Beyazıt Meydanı’nda ailece çektirdiğimiz soluk renkli fotoğraf geliyordu. Uzun saatlerin sonunda yorulunca, Beyazıt’ta Sahaflar Çarşısı girişindeki bir çay ocağına oturarak dinlendik. İki adam hararetle tartışmaya tutuşmuşlardı. Babamın sıkça bahsettiği Küllük veya Marmara Kıraathanesi müdavimlerine uyuyordu bu adamların özellikleri. Kulağım o kadar sohbetlerindeydi ki bir ara dengemi kaybederek sohbetin ortasına doğru düşme tehlikesi atlatmıştım.

“Tarih ihtiyatsızlar için acımasızdır üstadım. Unutuyoruz her şeyi. Genç Osman, III. Selim, Abdülaziz’in akıbeti ortada, II. Mahmud ise bir kadının savurduğu bir avuç kül ile ölümden kurtuldu”.
“Aziz dost, kadının savurduğu küldür belki modernleştiren toplumu? Umursamazlığıdır belki tüm başarısızlığın sebebi. Düşün, II. Mahmud modern şapka fesi Osmanlı’ya getirdi, adı gavur padişaha çıktı. Mustafa Kemal Paşa fesi kaldırdı akıbet aynı. Ders almalıyız ders!”

“Bilmiyoruz üstadım, tarih bilmiyoruz. Bak Yeniçeri Ocağına, kökü kazınırcasına lanetlenerek kaldırıldı. Bandosu, gülbankıyla mehteranı lağvedildi. Hatta mezarlarında hortluyorlar diye gazetelerde haberler dahi çıktı. Mezarları yıkıldı, ayakta kalmış bir taş bulabilirsen ne âlâ. Yüz yıl geçmeden yeniçeri tekrardan kahraman mertebesine çıktı”.

“Bu millet modernleşme yolunda ilerleyecekse fesli deliliklere fırsat vermemeli. Çünkü bu millet, birlikte yaşamaya mahkûm, Orta Asya’dan beri kaderi ortak. İhtiyatsızlar başkalarının hayalini yaşarlar, ben bunu kabul etmiyorum.”

Çaycı “Başka bir isteğiniz var mı?” diye geldiğinde yüzümü bizim masaya döndüm. “Ben bir Bağlar gazozu alabilir miyim?” dedim. Çaycı, “Ondan bizde yok, kola vereyim kardeşim,” deyince teşekkür ederek reddettim. 

*

Bin bir zorlukla memleketime öğretmen olarak atandım. Kasabada kitapçı yok, kahvehane çok. Uğrak mekânım maalesef kahvehane olmuştu. Rengi soluk yeşil masalarda, nedenini bilmediğim bir şekilde, hesabı rakibe ödetecek oyunlar oynuyorduk. Arka masamızda, gündem daima siyaset, kafalar bolca karışık. Herkes kendi savunduğu fikri ikinci cümlesinde çürütüyor. Buradakiler, kelime hazineleri tükendiğinde spor konuşmaya başlıyor. Benzer yeşil zemin üzerinde, oynanan oyunun kahramanları için boğazları çatlayana kadar kavga ediyorlar. O esnada herhangi bir şekilde kafa yormadan oynadığım oyunu üst üste kazanıyordum.

Kahvehane günlerinde, çocukluğumun sarı lacivert köprüsü aklıma geliyor. Kardeşim Galip ve amca çocuklarına teklifim ile hafta sonu ıssız köyümüze gitmeye karar veriyoruz. Tek şerit yolun üzerindeki çakıllar ziftlenmiş, asfalta dönüşmeye çalışıyor. Ancak sarı lacivert köprümüzde bir gariplik var. Birisi siyah boya ile lacivert korkuluklarını boyamış. Sarı rengi zaten biraz küflenmiş biraz da beyaza çalmaya başlamış. Araştırdık ki, çocukluğumun köprüsü rakip takım taraftarı ilçe kaymakamı tarafından boyatılmış. Koca devletin kaymakamının işi tükenmiş sanki. Öfkeyle hüzün arası duygularla köye çıktık. Dedem, babaannem, Zühtü Amca, Sultan Teyze, İsmail Amca, hepsi bu dünyadan göçmüşlerdi. Köydeki evimizin temeli çatlamış, saçakları köhnemişti. Ahşap köy camisi yıkılıp yerine betonarme bir yapı yükselmişti. Genzimde ekşi ayranın tadı, köyün doruğundan helva kokusu burnuma gelirken, kendi kendime mırıldanmaya başladım: “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış…”