Hayatta olmak kaygı vericidir. Kim bunun aksini iddia edebilir ki? Tabi bahsettiğim, çağımızın tetiklediği türden bozukluk düzeyinde olan bir kaygı değil. Dünyada olmaktan kaynaklanan, bu dünyada sağlıklı ve nitelikli bir yaşamı sürdürme arzusundan beslenen bir kaygı.
Evet, önce bir şeylere arzu duyuyoruz. Hayatta kalmak istiyoruz başta mesela. Sadece yaşamak değil, iyi şekilde yaşamak istiyoruz. İstiyoruz ve isteklerimizin gerçekleşip gerçekleşmemesi konusunda kaygılanıyoruz. Bu kaygı bizi düşünmeye itiyor. Bize yeteni, iyi olanı arıyoruz. Fakat tek başımıza değiliz. Bir topluluk içinde yaşıyoruz. Çıkarlarımız çatıştıkça iyi olanın alanı genişlemek zorunda kalıyor. Kendimiz için iyi olanla toplum için iyi olanı uzlaştırmaya çalışıyor, bu sefer de sağlıklı bir toplum olmanın kaygısını gütmeye başlıyoruz.
“Fikir yumuş oğlanıdır, endişe kaygı kanıdır.” diyor Yunus Emre. Endişemiz, kaygımız arttıkça düşünmeye hep düşünmeye itiliyoruz. Sorgulamaya itiliyor, sonu gelmeyen bir arayışın derdine düşüyoruz. Dert bizi sağaltıyor sağaltmasına; ama yoruyor da. Fakat iyinin bedeli ağırdır. Güzele emekle ulaşılır. “Bahçıvan bir gül için bin dikene hizmet eder.” demiyor mu Fuzuli üstad da? Zaten bizi insan kılan şey, tam da böyle çabalamak değil mi? Çabalamak herkesin harcı değil yalnız. Düşünmek, mücadele etmek; herkesin kolayca yükleneceği bir yük değil. Düşünmek bir yana, düşündüğün şekilde yaşamak mı? Daha da zor. Fakat insan olmanın onuru da burada. Zor olsa da, çabalamakta.
İnsanlık aslına bakılırsa büyük karmaşalar içinden geçerek bugüne geldi. Büyük savaşlar gördü, kıtlıklarla boğuştu, daha birçok belalara uğradı. İnsan her dönem hep aynı insandı çünkü. Zaaflarıyla, iyisiyle kötüsüyle hep aynıydı. Yarattığı karmaşa, her dönem aynı cinstendi. Savaşı, mücadelesi, çabası da benzerdi. Fakat her zaman kılıçla savaşmadı insanoğlu. Yeri geldi kılıca sarıldığı gibi kaleme de sarıldı. Vaiz de boşuna, “Güneşin altında söylenmemiş bir söz kalmadı.” demiyor muydu? Böylelikle, insanlığın tecrübe heybesi doldukça doldu.
Şimdi bizim ardımızda büyük bir tarihin şahitliği var. Şanlı destanlar diyoruz ya; kılıcıyla, kalemiyle çok büyük bir birikimimiz var. Önümüzde, en başta bugünümüz sonra görebileceğimiz kadarıyla yarınımız var. Yarınımız olan gençlerimiz var. Hepimizin kaygısı ortak. İyi ve güzel olanı istiyoruz. Kendimiz için olduğu kadar vatanımız, milletimiz ve tüm dünya için iyi ve güzel olanı… Peki, tecrübe heybemiz dolu; yarınımız, önümüzde uzanacak elimizi beklerken biz ne yapıyoruz? Bedel ödemeye hazır mıyız? Taşın altına elimizi koyacak kadar cesur muyuz? İyi ve güzel derken samimi miyiz?
Yoksa atalarımızın yeri geldiğinde şehit olarak inşa ettiği tarihi överek koltuk kabartıp, yerimizde gevşemeyi mi tercih ediyoruz? Aslına bakılırsa açgözlü bir mirasyedi gibi tarihin şanıyla beslenmek, gerçekten kolay olanı. Dahası gerçeği yere batırmayacağını bile bile bugüne söverek büyük bir eylem adamı edasıyla dolaşmak, kolayın kolayı.
Geçmişi yücelterek, tarihi bir şahsiyetin başarılarına sarılarak sahte bir saadet yaratabiliriz kendimize. Söverek çözüm ürettiğimizi sanabiliriz. Övmeyelim ya da hiç sövülmesin demiyorum. Fakat gerçeklikle hakiki bir yüzleşme emekle olur, bunu kabul edelim.
İyiyi mi istiyoruz ya da güzel olanı mı? Endişemiz bu mu? O halde endişemizi sermayemiz bilmeli, önce geçmişten dersimizi iyi almalıyız. Sonra bir heykeltıraş gibi kendimizi yontmalıyız. Merhametle inşa etmeliyiz kendimizi; sevgiyle, dürüstlükle, vicdanla… Ve dürüstçe eylemeliyiz. Her ne konumdaysak hakkını vererek…