(…)
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. Yahya Kemal Beyatlı
Şehirler de insanlar gibidir. Hafızalarında saklarlar onlarca şeyi… Ne mümkün geriye sarmak geçmişi, demeyin. Geçmiş, şehirlerin alınlarında, şakaklarında yazılı ve dahi ara sokaklarında saklıdır. Girersiniz şehre bir kapıdan içeri; adı taç kapı, fetih kapı, eğri kapı, Edirne kapı… Artık o şehirden biri olursunuz. O şehirlisinizdir artık. Ekmeği, suyu bölüştüğünüz yoldaşınız gibi nefesinizi alıp verdiğiniz, havasını soluduğunuz şehrin adamısınızdır artık… Ki o şehirde herkes gibi birisinizdir…
Şehir sizin için sadece barınak, sığınak, iaşe temin yeri değildir. Şehir sırdaştır, yol arkadaşıdır sahipsiz gecelerinizde. Her daim sizi kollar, sizi yazar her lahza… Bağrına yavrusunu basan her ana gibi, atamaz, kıyamaz; sen onu terk etmezsen eğer…
Herkes şehirde bir hengame içerisinde koşturur durur; ama herkes için şehir başka bir masaldır, herkesin kulağına başka bir şey fısıldar, hepin ve hiçin hikayesi vardır içinde yaşanılan şehirde… Kimi için acılar şehri, kimi için melankoli, kimine göre sığınak, uzağına düştüğünde hasretliğini çektiğin yâr gibi, düşünden seni çekip alan…
Şehir, herkesin usunda farklı bir iz bırakır. Şehirde herkese yetecek, her hayata değecek kadar masal, hikâye, roman vardır ancak o efsane olmayı bekler durur; Efsaneler şehri… Kıskanırlar birbirlerini insanlar gibi… Ne kadar kayıt dışı tarih, o kadar efsaneleşmiş bir şehir. O yüzden gelip geçenler şehre izlerini bırakıp gitmişlerdir. Yanı başımızda akıp duran sebil, geçmiş zamanın durup dinlenmeden vaktini haykıran muvakkithaneler, mektepler, medreseler, tekkeler… Daha niceleri suskun; ama bir o kadar tarihi yazan hakikatli bir vak’anüvis gibidir. Bunu yazarken adaletin nasıl tecelli ettiğini de gören gözleri aşina kılarak yazar: Cellat çeşmesini, Seng-i ibret’i, Yedikule Zindalarını da, Adalet kasrını… Unutmayalım diye hafızasına/ hatırasına nakşedilmiş bir şehirdir artık orası.
Şehir, tüm insanlar uykuda iken uyanık olan yoldaşlarının olduğu kaldırımlar ve kaldırımların sakinleriyle uyanıktır. Caddelerini, sokaklarını, yollarını, kaldırımlarını, sakinleriyle baş başa bırakır, sakindir şehir, içindekilerin sakinliği ve huzurluluğu kadar… Ümit kesmez bir an için şehir bizden, bekler ki biz de kesmeyelim ümidimizi ondan… Şairin dediği gibi biz sende olmasak da sen bizdesin gene…
Zaman yitik sanki hiç yaşanmamış
Bu mekân ne ilk ne son durak
Karşıda çifte minare bak
Taşı işleyen nakkaş hem Selçuklu hem dadaş
Burada mevsim ikimizden biri
Arif Ay
Şehirler canlı birer organizma gibidir. Medeniyeti/şehirleri insanlar kurar; ama mekânlar da insanları dönüştürücü, inşa edici rolüyle özne konumuna yükselir. Bu manada Braudel’in ifadesiyle “her şehir, ait olduğu medeniyetin eseridir”ler. Ve şehirler ait oldukları medeniyetin yüz ve ruh hatlarını taşırlar. (Mustafa Özel, İstikbal Köklerdedir, İz yay. İst. 1996, s. 119)
Gelen gider, konan göçer; ama geride ilmek ilmek izler bırakırlar, medeniyetin nişaneleridir onlar; unutmayalım, unutturmayalım diye… Nasıl unutabiliriz ki gidenleri ve peşi sıra bıraktıkları nişaneleri! Her şey silinmemiş bir hatıra kadar taze iken… Daha dün gibi, deriz ya. Sanki daha dün gördümdü Akşemsettin’i, Fatih’i, Hacı Bayram-ı Veli’yi, Somuncu Baba’yı, Molla Gürani’yi, Mimar Sinan’ı ve daha nicelerini… Kudretli elleriyle bir tarihi yazdılar, yürüttüler, bir şehri yücelttiler… Şehirlere ruhlarından üflediler, ete kemiğe büründü bir medeniyet…
Daha nice konup göçenler için bu dünyada ne ilk ne son durak olacak bu şehirde taşı işleyen nakkaş, şehadet parmağı gibi göğe doğru yükselen minareler, yağmurun değdiği ve deldiği asırlık mermer, sözün, hikmetin aksinin yankılandığı taş medreseler hep bir şeyin şahidesidirler: Biz bir şehir/medeniyet kurduk, şehir de bizi boyasına büründürdü. Sanki şöyle de dediler; biz şehirden razı idik, şehrin de bizden hoşnut olmasını bekleriz, dileriz.
Şehir aynı zamanda kemâlin ifadesidir. Şehirde kemâlin zirvesi yaşanır. Farabî, Medinetu’l-Fazıla adlı eserinde; “Hayrın eftali ve kemalin âlâsı medineden/şehirden daha küçük olan merkezlerde değil, medine/şehirlerin sınırları içinde elde edilir” dedikten sonra “sakinlerin birbirleriyle yardımlaştıkları bir Medine/şehir, fazıl bir Medine/şehir olur… Onun içinde bulunan ve saadete erişmek maksadıyla el ele vererek çalışan bir millet de fazıl bir millettir.” (Farabî, Medinetu’l-Fazıla, (trc. Kıvamettin Burslan), İstanbul 1956, s. 65). Faziletin, kemalin, erdemin yoğrulduğu, harmanlandığı bir şehirde âlim, fazıl, kemal ehli insanlar hüküm sürerler… Bu da serapa bir güzelliktir.
Hacı Bayram-ı Velî, şehrin kendisine bezeyen yönüne ne güzel vurgu yapar:
“Nâgehan ol şara vardım
Ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında”
Bu dörtlüğün söylenmesine sebep olarak da kurulmakta olan bir şehre varan Hacı Bayram-ı Velî’nin, taşın ve toprağın vücut vermekte olduğu bu şehre kendi bedenini ve ruhunu da ortak etmesi zikredilir. Şehirle birlikte yeniden yoğrulup vücut bulduğunu söyler, büyük zât…
Hülasa, şehir unutmaz yitip gidenleri… Vefa gösterir, direnir, silinmesin diye esamileri. Vefalı insanlar yeniden gelir ayağa kaldırır, eskimeyen yenileri…