loader image

Esmer Öğretmen

          Okulda değil evdeyse eğer, kesin bahçede olurdu ve bahçede dolaştığı zamanlarda karşılaşır, selamlaşırdık Mustafa Hoca’yla. Çok sık şakalaştığımız da olurdu. Onu ilk defa yere yığılmış gibi merdivenlerde otururken görünce çok şaşırdım. Anlamıştım yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu.

            “Ne o zurnacı yığılmışsın adeta? Gardaş, apartman yöneticisi oldun hâlâ merdivenlere oturuyorsun. Yahu sen bu apartmanın en ileri gelen adamısın. Şuralara bir yere bir kamelya yaptır orada otur; yöneticimizi aradığımız zaman orada bulabilelim. Belki bazen biz de otururuz kamelyada.” dedim

            Mustafa’nın daha önceki karşılaşmalarımızda olduğu gibi şaka götürecek halinin olmadığını anlamıştım. Müzisyenlikle, düğünlerde davul zurna çalarak hayatını kazanan abdal vatandaşlarımızdandı Mustafa Hoca. Lise ve üniversite okurken karşılaştığı zorlukların tamamına göğüs gererek okuyup edebiyat öğretmeni olmuş kaliteli bir insandı.

            Biraz toparlanmasını sağlamak için takıldım; ben ona hep, kendi soyunda uğraşılan mesleklerden biri ile hitap ederdim şakalaşırken:

“Zurnacı nedir sıkıntın senin? Çok kötü görünüyorsun aslanım!” dedim.

Mustafa, bir noktaya bakmaya devam ediyordu. Anlaşılan bizim Mustafa gerçekten çok kötüydü; yüzü bile ışımamıştı takılmalarıma.

“Hele otur abi!” Dedi.

Merdivenlere; yanına, ben de oturdum.

Bir süre sessiz sessiz içini çektikten sonra bir noktaya baktı uzun süre. Belli ki bir şey söyleyecekti. Söze başlamasına yardımcı olmak için, konuyu ilk ben açayım dedim.

“Apartman sakinlerinin aidatlarını ödememelerinden dolayı dertlendiysen, bu hiç değişmez Mustafa, canını sıkmaya da değmez.” dedim.

Başını kaldırdı, yüzüme tebessümle bakarak:

“Abdal’dan yönetici yaparsanız aidat da toplanmaz, kalorifer de düzenli yanmaz. Ama derdim o değil. Onu nasıl olsa hallederiz.” dedi, kırgın ve küsmüş hali ile.

“Burada dur bakalım Mustafa! Biz abdaldan yönetici yapmadık. Bu bölgenin en kıymetli edebiyat öğretmenini, bir dervişi yönetici yaptık. Ne demek oluyor şimdi bu?” 

“Hepsi şaka da canım gerçekten çok sıkıldı. Aslında kimsenin suçu yok. Kapıcıya ve olanlara canım sıkıldı.”

“Kapıcıya canını sıkıp, bu kadar mahvolabiliyorsun helâl sana! Yahu sen gerçekten zurnacısın! Davulcu Haydar emmin bile senden daha mantıklı!” dedim kızarak.

“Abi mesele sadece kapıcı meselesi değil.”

Gerçekten içinden çıkamadığı bir meseleden dolayı canının sıkıldığı yüzünden anlaşılıyordu.

“Yok! Yok, anlaşıldı sen gerçekten abdal değil aptalsın! Kurban ol sen ailendeki o dümdüz abdal vatandaşlarımıza! Adama bak; ben seni onların kurtarıcısı, sosyal hayata çekici lokomotifi olarak görüyorken sen gerçekten zurnacılığından bir türlü kurtulamıyorsun.”

“Hah işte ben konuyu açmadan sen tam üstüne bastın. Şimdi anlatayım da dinle” dedi ve anlatmaya başladı.

“Evde oturuyordum. Bir ara hanım: ‘Annen, kız kardeşlerin, teyzen falan bize geleceklermiş’ dedi. Ben de onları aşağıda bekleyeyim, bir problem falan çıkmasın diye geçirmiştim aklımdan; ama bir kitaba dalmışım ve unutmuşum onların geleceklerini.”

Birkaç defa derin nefes alıp verdikten sonra devam etti anlatmaya.

“Bizimkiler yeni dairemize hayırlı olsuna gelecekler ya! Göz bebekleri, gurur kaynakları, öğretmen Mustafaları apartman dairesi aldı. Üstelik de oranın yöneticisi. Bizimkiler için çok önemli şeyler bu anlattıklarım. Bizim abdallar mahallesinde bir anlatıyorlar bir anlatıyorlarmış sorma! Sanki Çanakkale savaşından bir efsanevi kahraman Abdal Mustafa’ları… Aslında onlara hak vermiyor da değilim. Abi seninle zaman zaman da bunu konuşurduk ya hani; gerçekten ben onların kahramanıyım. Uzatmayalım. Bizimkiler; annem, kız kardeşlerim, biraderlerin hanımları, teyzem, halam, bir iki de yakın akrabamızla, beni çok seven komşu kadınları ile on beş yirmi kadar bir kalabalık, yani sizinkilerin deyimiyle “abdal avradı kalabalığı” dayanmışlar bizim apartmanın kapısına.”

“Yapma ya… Ne hoş! Keşke ben de olsaydım!”

“Hoş da… Kapıcı karşılamış bunları: “Hoopp! Durun bakalım nereye? Lingonun ahırı mı burası? Hadi! Hadi başka yerde dilenin!” diye geri çevirmiş cümlesini.

“Bizimkileri bilirsin. Öyle kapıcıya falan pabuç bırakırlar mı? Anacığım öne çıkıp, ‘oğlum ben Mustafa Hoca’nın anasıyım!’ demiş ama nafile. Kapıcı: ‘Ben de oğluyum, buyur babaanne!’ diye kafa bulmuş annemle. Fakat bizimkiler: ‘Mustafa’nın evine çıkıp, hediyelerimizi verip hayırlı olsun demeden şuradan şuraya gitmeyiz!’ diye tutturmuşlar.”

“Off! Canlarım ya! Çok üzüldüm” lafları çıktı ağzımdan tabii olarak. Gerçekten de Mustafa Hoca’nın anlattıklar dayanılır bir hal değildi doğrusu.

Mustafa Hoca devam etti anlatmaya:

“Bir ara bacılarımdan birinin sesini tanır gibi oldum; çiyak çiyak bağırarak kavga ediyordu kapıcıyla. Küfürler, beddualar, aşağıdan gelen sesi duyar duymaz, ‘bunlar bizimkiler hanım! Baksana bizim abdallar mahallesi gibi oldu burası’ dedim ve pencereye fırladım.”

Mustafa hocanın iki eli iki yanında; olduğu yere yığılmış gibi mahzunlaşmıştı. Gerçekten haline can dayanamazdı. Ben kendisinden daha çok üzülmüştüm olanlara ve Mustafa’nın o anki haline.

“Ah Abi bir görsen; bizimkilerin ellerinde, rengârenk naylon çiçekler; duvara asılanından, masa üstüne konulanlarından, kimisinin elindeki kapıcıyla yapılan arbedede yere düşmüş, kimisininki yere düşünce bozulmuş toplamaya çalışıyor; gözlerinde yaş ve dudaklarında beddua çeşme gibi; kapıcıya demediklerini bırakmıyorlar. Bizim kapıcı da sıkı adammış hani. Bizimkilerle öyle pek baş edilemez; ama kapıcı baktım başa çıkıyor vallahi…”

“Koşup aşağıya indik hanımla. Bu arada bizimkileri kapıcı bahçe duvarının dışına püskürtmüş; ama küfürler, beddualar hâlâ sürüyor. Bizi görünce sustular.”

Kapıcı:

“Hocam! Apartmanı abdallar bastı. Çıkaramıyorum vallaha. Hırsız hocam bunlar; ne görseler çalarlar. Dilenirler. Çocuk bile kaçırırlar değil mi hocam? dedi bir kahraman gibi bana yaklaşıp, yaptığı kahramanlığın övgüsünü bekler bir eda ile.”

“Çekil bakalım Dursun Efendi! Onlar hırsız falan değiller! Annem ve kız kardeşlerim. Diğerleri de benim yengelerim, akrabalarım” dedim.

“Kapıcı önce şaka falan olduğunu düşündü, sonra da baktı ciddiyim, olduğu yerde çivilenmiş gibi kaldı.”

Anacığım hem biraz yaşlı hem de tansiyonu var; dayanamayıp yere oturmuş. Gittim elini öptüm, bir çocuk gibi yüzünü okşadım. Kapıcı ile yapılan arbede de hem yorulmuş hem de kırılmış.”

“Yapma ya, kırılmaz mı anacığım? Eee! Sonra ne yaptın?”

“Ne yapacağım Hocam? Kalk anacığım yukarı çıkalım dedim. Ancak yukarı çıkmak için o savaşı verip de yorgun düşen anam; artık ne düşündüyse, ayağa kalktı; gelinini şapur şupur öptü, beni öptü, kardeşlerime ve diğerlerine dönerek: “hadi gidek kızlar!” dedi ve yürüdü. Israr ettim; olur mu anacığım! Buraya kadar geldiniz; evimi görmeyecek misiniz? Etmeyin, eylemeyin dedim. Hanıma işaret ettim. Hanım abdal olmadığı halde beni evlenmek için tercih edişinden dolayı anam çok fazla sever gelinini. Gerçekten bizim hanım da anamı çok fazla sever. Gelinine dayanamaz sandım. Hanımı kucakladı bir daha öptü. “Başka zaman gelek kızım, kayın babanı da alıp gelek, şimdi kusurumuza bakmayın” dedi yürüdü. Kız kardeşlerim ve diğerleri de arkasından. Ellerindeki naylon çiçekleri ve diğer hediyeleri duvarın üzerine bırakan anamın arkasından çekip gittiler.

“Gerçekten çok üzüldüm Mustafa Hoca” dedim.

Mustafa Hoca masum masum yüzüme bakarak:

“Başıma geleni gördün Hocam. Sen olsan ne yapardın? Kimsenin suçu yok benden başka; burada oturamam artık.”

“Halt etmişsin sen! Kim demiş burada oturamazsın diye? Hatta bir gün sizinkiler de burada oturacak, çocukları buralardan okula gidecek. Herkes buralardan işine gücüne gidip gelecek.”

Mustafa, umutsuzca yere bakarak devam etti konuşmasına.

“Yok, Abi yok! Bu dediğin kolay olacak gibi görünmüyor; talebeler bile “Esmer Öğretmen” demiyorlar mı bana?”

“Elbette kolay olmayacak; ama bu başlangıcı sen yaptın, lokomotif görevini devam ettirmek zorundasın. Sen fazla konuşma da hadi yenge hanıma haber ver; ben de hanımı alayım birlikte sizinkilere gidip çaylarını içelim. Hem gönüllerini almış oluruz.”

Mustafa Hoca’nın gözleri parlamıştı birden. Bir şeylerin düzeleceğinin umudunu hisseden gözlerdi bunlar. İlk karşılaştığımızdaki yere yığılmış hali kayboluvermişti. Yüzündeki umutsuzluk da siliniverdi.

Aşağıda buluştuğumuzda apartmandan dört aile olmuştuk.

Ailesinin ve akrabalarının oturduğu mahalleye doğru yola koyulduğumuzda, Mustafa Hoca’nın gözlerindeki ışık hâlâ artarak çoğalıyordu.